HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

29 Aralık 2010 Çarşamba

This is The End

Karayipler’de aysız bir gece… Etraf karanlıklara gömülü… Yıldızlar kendilerini göstermek için bir birleri ile yarışıyor. Orion tam tepede… Ursa Major, Canis Major, Taurus ve binlerce ışıl ışıl mavi nokta kırpışıyor… Çok küçüğüz... Neden anlamak istemiyoruz? Bunu bütün ruhumda hissedebiliyorum. Filika güvertede, sadece pupa fenerinin aydınlattığı dümen suyunu izlerken, büyüyen karanlıkta gittikçe küçülüyorum.

Bazı şeyleri nasıl anlatabilirsin? Kelimeler yetmiyor bazen ifade için. Ya da ben kullanamıyorum onları. Paylaşmak lazım hissedebilmek için. Belki o zaman bile yeterli olmayacak... Biliyorum bunu... Çünkü hiç anlatamadım doğru dürüst. Yılın son günleri. Yeni yıla girerken yine uzaktayım. Kuş uçumu tam 10469 km mesafe var Kadıköy ile aramda. Dünyanın çevresinin çeyreği… Evime hala çok uzağım. Evim neresi acaba? Hayatımın iki yüzü var. Deniz ve Kara. Nereye aidim ben? Kimsenin ne iyi gününde nede kötü gününde yanında olabiliyorum. Bu arkadaşlıkları nasıl etkiler? Hele ilişkileri… Bunun bana neler hissettirdiğini nasıl anlatabilirim? Biri, yüze atılan bir kırbaç gibi “Bana değer verseydin, yanımda olurdun” dediği zaman ne yapacağım? Bu lafın bir denizciye ne kadar acı verdiğini nasıl anlatabilirim? Bencillikle suçlayabilir miyim söyleyeni? Hayır. Eski değerler yok artık. Özledikçe büyüyen sevgiler kayboluyor. Belki de yoktu. Ama benim tek umudumdu.

Bir yıldız kaydı. Heyecanlandırıyor beni. Bu iyi. Yaşıyorum hala. Anlama gücüm arttıkça tat alma gücüm azaldı... Ama hepsi yitmemiş henüz. Ahab gibi olmama çok var.

23 Aralık 2010 Perşembe

Bin Köpekbalığı

Kül rengi bir sabah… Kopkoyu boz kümülonimbus bulutları ufka doğru her yönü kaplıyor. Sıklıkla çakan şimşekler gökyüzünü yarıyor, parlamaları aydınlatıyor sabahı yaşayamadan kararan havayı. Ardından önce şiddetle patlayan, sonra uzayarak azalan bir gök gürültüsü her yanı dolduruyor. Ara sıra etrafa ani bir aydınlık vererek, gök yıkılıyormuşçasına düşen yıldırımlar, havayı daha da korkunç bir hale getiriyor. Her defasında irkiliyoruz. Bu sese alışmanın imkânı yok. Yağmur son iki saattir hız kesmeden aralıksız yağıyor. Böyle havalar içimi coşturur. Geniş bir pencerenin arkasındaki ılık siperimde, elimde sıcak bir fincan kakao ile bu görüntünün büyüsüne kapılmak daha keyifli olabilirdi. Ama cephedeyim. Sağanağın altında, kıç güvertede vahşi manzaranın bir parçasıyım. Üşüyorum. Üzerimdeki yağmurluk işlevini çoktan yitirdi, artık sadece içime giren suları süzme görevini görüyor. Altındaki kıyafetlerim de doyuma ulaştı, içime sızan suları sonuna kadar emdi, artık sular aşağılara doğru akıyor yavaş yavaş, hissediyorum. İliklerime kadar işledi yağmur. Ağırlığım her halde 20 kilo kadar arttı. Hareket etmek yormaya başladı. Telsizden çıt çıkmıyor hala. Sadece bindiren sağanağın sesi var etrafımızda. Baretime ve gemi saçına çarpan yağmurun sesi… Miğferdibi burçlarında düşmanı bekleyen Rohan’lı askerler geliyor aklıma. Yağmur damlalarının zırhlarına çarptığında çıkardığı sesler… Küçükken oturduğumuz evimizin altındaki marketin, çatısı saçtan yapılmış bir verandası vardı. Yağmurlu havalarda saça çarpan damlaların tıpırtıları ile uyumayı çok severdim. Yorganı üzerime çekip bir ormanda çadırın içinde olduğumu ya da dağ başında, terk edilmiş tahta bir kulübenin içine sığındığımı hayal ederek dalardım uykuya. Şimdiyse kaçacak yer de yok. Yağmur, rüzgârın üzerine binmiş, saçak altlarını tarıyor. Zaten bu saatten sonra kaçmaya gerek de yok.

— Aft station, Bridge… Single up.

Nihayet! Halatları tekle komutu bu. Uzun bekleyişimizin ardından duyuluyor Romen kaptanın sesi telsizimden. Geçtiğimiz Kasımın ortasında katıldı gemiye. Diğer Romen kaptanı değişti. İyi biri. Ama dikkat etmeli. Bir nevi Juggernout kendisi. Konuşmaya başladı mı ne zaman duracağı belli olmuyor. Köşeye kıstırdıysa saatlerce esir alabiliyor insanı. “ Second, Do you know ...?”… Hikâyelerine bu soru ile başlıyor ve bitirdiğinde artık ne soruyu hatırlıyorsunuz ne de anlattıklarını. Beynim daha ilkini yükleyemeden hafızaya, söylediği bir kelimeden diğerine sıçrıyor hikâyesi. Onaylamak için bile araya giremiyorsunuz. Sonra aniden kesip köprüüstünden ayrıldığında yüzümdeki sinirler istemsiz şekilde atmaya başlıyor. En kötüsü kaçacak yer de yok. Tek kurtuluş denize atlamak, o da yemiyor.

— Bridge, Aft station… Roger that Captain. Single up.

Telsizimi koruyamıyorum yağmurdan. Tuttuğum elimden aşağı şarıl şarıl sular akıyor. Umarım alet bozulmaz bu kadar ıslanmaya. Hemen komutu bağırarak tekrarlıyorum kıç postaya iki dilde. Benimle beraber 2 Türk gemicim ve 1 Jamaikalı kız stajyerim var… Yanaşırken 3 tane kıç halatı vermiştik, mayna ediyorlar hemen ikisini. Stajyerin kumanda ettiği ırgatta sıkışıyor halatın teki ama bakmıyor o yöne bizimkisi. Mayna etmeye devam ettiğinden halat ters yönde dolanıyor bu sefer ve gerilmeye başlıyor. Uyanmadı daha işe... Bağırarak uyarıyorum. Kendine geliyor. Kurtarıyorlar halatı. Şimdi iki halat da suda… Elinde koca bir şemsiye tutan zenci palamarın uyuşukça babaya doğru ilerlemesini bekliyoruz. “Beş” metre sonra olay yerine geldiğinde aradan neredeyse 1 dakika geçmiş… Aşağıdan şaşırmışçasına bir babaya, bir suratıma bakıyor. Neler olup bittiğine anlam veremeyen bir ifade var yüzünde. Pezevenk sanki orada şimdi doğdu... Bazen dayanamıyorum bu bölgenin palamarlarına. Bağırıyorum… El işaretleri ile destekli çıkart diyorum halatın kasalarını. Beynine elektrik gidiyor, yüzü parlıyor. Anladı neler döndüğünü. Cebelleşiyor kasayla. Doğruluyor. Halata boş koy diye işaret yapıyor. Elimle sertçe yüzümü sıvazlıyorum. “Halat zaten suda be adam, yılan gibi uzanıyor, daha ne kadar mayna edeyim?” Türkçe küfürlerle bağırıyorum tekrar. Sudaki halatı gösteriyorum. Görüyor. Memnunsuz eğiliyor. Utanmasa halatın kasasını kaldırmak için bizi çağıracak aşağıya. Uff Puf… biraz uğraşıdan sonra başarıyor. Bravo. Ötekiyle uğraşıyor şimdi. Bu arada telsizden son kalan kıç halatı da mola etmemizi istiyor Kaptan. Mayna ediyoruz hemen onu da. Bir tek “spring” halatı kaldı şimdi. Yandık... Kıç halatların takıldığı baba ile spring halatının takıldığı baba arasında nereden baksan 50 m var. Palamarın bu mesafeyi alması epeyi sürer. O hala diğer babanın başında bekliyor nedense. Hareketlenmesi için bağırarak diğer babayı işaret ediyorum. Durumu kavrıyor. Hareketleniyor o yöne. Herif Red Kit’in Mississipi Kumarbazı macerasındaki zenci liman işçileri gibi. Uyuşukluktan ölecek. Bağırıyorum tekrar acele et diye. Cebinde çıkarttığı eliyle sakin ol diyor. Hay bin köpekbalığı…

Spring halatını da güverteye aldığımız vakit, römorkör asılmaya başlıyor. Halatından çatırtılar geliyor. Gemi ağır ağır avara oluyor iskeleden. İyice açtıktan sonra pervane dönmeye başlıyor. Kıç taraftan köpüren beyaz sulara dalıyorum. Şehir hatları vapurları geliyor aklıma. Küçükken vapura bindiğimizde Babam hep geminin kıç tarafına götürürdü bizi. Oradan köpüren dümen suyunu izlemeye bayılırdım. Hava kararmışsa daha da hoşuma giderdi manzara. İstanbul… Karaköy’den halatlar çözülüp Kadıköy’e hareket ederken İstanbul’un ışıklarını seyretmek mest ederdi beni. Eski galata köprüsü, üstünden geçen arabaların farları, altında rengârenk ışıklar saçan restoranları, karşıdan karşıya geçen vapurlar, camilere vuran spot ışıkları… En sevdiğim ise ışıklı Kodak tabelasıydı. Galata kulesine yakın, oralarda tepedeki bir evin çatısındaydı. Önce K yanar, sonra O, sonra D, sonra A ve en son K… Bütün kırmızı harfler tamamlandığında iki kere yanıp söner sonra tekrar baştan başlardı. K… O… D… A… K… KODAK… KODAK… Artık o tabela yok yerinde. Bazen Karaköy’den vapura binince hala gözlerim arar.

— Release Tug…

“Roger Roger”…

Römorkörün halatını mola ettik bu komutla. Canım sigara içmek istiyor. Rüzgâr altına geçip paketi çıkartıyorum cebimden. Paketin içindekiler tütün çorbası olmuş. Zavallı sigaralar… Biraz ötedeki tenekeye fırlatıyorum paketi. Basket… Deliksiz giriyor, hayret. Gemici ile stajyer halatları roda ediyorlar. Kıyamam… Ucundan tutuyorum biraz. Bitiriyoruz. Kıç taraf neta… Stajyeri köprüüstüne yolluyorum. Pilotu o indirecek aşağı. Gemiciyi de pilot çarmıhını hazırlamaya yardım etmesi için gönderiyorum sancak tarafa. Usta gemiciyi ise springi güverteye alır almaz yollamıştım dümen tutması için köprüüstüne. Yalnız kalıyorum bir anda kıç tarafta. Hiç olmazsa bir sigara kalaydı kuru…

Bir manevra daha bitti. Bu geldiğimden beri çıktığım 86ncı manevra. 2 buçuk ayda yanaşma ve kalkış dahil tam 86 manevra. Yuh… Kuru yük gemilerindeki günlerimi hatırlıyorum da… 6 ayda toplam 12 manevra ya yapardık ya yapmazdık. Ortalama ayda 1 limana uğrardık. Seyirler uzun sürerdi. Bir sürü boş zamanım olurdu. Dinlenmek için bir sürü zaman… Limanlarda da kalış süremiz bazen bir haftayı bulurdu. Gerçi artık o gemilerde bile limanda kalış süreleri kısaldı. 50.000 tonluk gemiyi çabucak postalıyorlar artık. Ama bazı limanlarda 4 saat kaldığımız düşünülürse 2 gün bile uzun geliyor artık bana.

İlerimize gürültüyle bir yıldırım daha düştü. Dışarıda da deniz coşmuş, kızılca kıyamet kopuyor yine. Dalgakıranda büyük bir güçle patlayan dalgaların beyaz köpükleri metrelerce yukarı sıçrıyor ve sular dalgakıranın üzerinden aşıp iç limana giriyor. Kayaları yerinden sökmek istiyor gibiler. Zeus, Poseidon, Aeolus herkes burada. Tanrılar şakalaşıyorlar mı yoksa savaşıyorlar mı bilmiyorum ama güçlerini birbirine gösterirken sahnede olan yine bize olacak.

Hay bin köpekbalığı

15 Kasım 2010 Pazartesi

Seyir Hikayeleri 7

NOVO

Sabah İstanbul boğazını geçtik. Karadeniz’in hırçın sularını yararak Novorossiysk’e doğru ilerlemeye başladık. Denizcilik hayatımda gittiğim ilk yurtdışı limanıydı Novo. İlk kez burada dışarı çıkmıştım gemiden ve beni çok etkilemişti. Rusça tabelalar, keskin hatlı heykeller, hala Kızıl Ordu üniformalarını giyen askerler, sert aksanla konuşan insanlar... Casus filmlerinde gibi hissetmiştim kendimi. Komünizm çökeli 7 yıl olmuştu belki ama etkisi hiçbir yerden silinmemişti henüz. Aynı zamanda bir Rus kızı ile ilk tanıştığım limandı. Sarışın, yeşil gözlü, beyaz tenli ve neredeyse sırf bacaktan oluşan tipik bir Rus kızıydı. Yıl 1997ydi ve Mediz gemisinde henüz ilk stajımı yapıyordum. Gemi eski olduğundan genelde Karadeniz limanlarından hurda demir yükleyip, Türkiye’deki demir-çelik fabrikalarına taşıyorduk. Yükleme limanlarında da en az 1 hafta kalıyordu gemi. Stajyer olduğum için de gemide en çok tolerans gösterilen kişi olarak her gün dışarıya çıkıyordum bende. Çıkış saatim genelde belli olduğu için kapıda karşılıyordu beni. 6 ay sürecek bu stajım boyunca ardı ardına 4 kez daha ayak basacaktım Novo’ya. Hepsinde de çok güzel vakit geçirecektim onunla. 4üncü gidişimde ise stajım artık bitmek üzere olacaktı. Türkiye dönüşü ayrılacaktım gemiden. Tabii o yaşta insan çabuk kaptırıyordu kendini. Ayrılış anı çok trajik olmuştu ikimiz içinde. Kim bilir bir daha ne zaman geri gelecektim bu limana. Bu işin liman kısmının zorluğunu ilk orada anlamıştım. Deniz sosyal hayatımı çok zorlaştıracaktı. O sırada henüz bilmesem de, İlerde hayal kırıklıkları ile dolu kocaman bir çöp kutum olacaktı.

Novo’ya bir sonraki ayak basışım tam 8 yıl sonra Ro-Ro Ulusoy 1 gemisi ile oldu. Çeşme-Trieste hattında sakin ve mutlu bir şekilde çalışırken, şirket bizi Karadeniz hattına sürmüştü. Artık, Samsun - Novorossiysk arası TIR taşıyacaktık. Çeşme hattından daha zordu seferleri. Limanlar arası mesafe sadece 215 deniz miliydi. 15 saat bile sürmüyordu seyirler ve hiç durmuyorduk. Neredeyse her gün manevra, yükleme ve boşaltma operasyonu vardı. Bu hatta 4 ayı aşkın bir süre boyunca çalıştım. Neredeyse haftada 2 sefer Karadeniz’in bu Gri, soğuk, kasvetli limandaydım. İlk seferi yaptığımız gün de dışarı çıktığımda Novo’daki ikinci Rus hatunu ile tanışmıştım. Gittiğim Club tarzı bir yerde, barda yalnız oturuyordu. Uzun siyah saçlı, beyaz tenli, narin yapılı bir kızdı. Topuklu çizmeleri dizine kadar yükseliyordu. Yürüdüğünde arkasında bakışlardan bir iz bırakıyordu. Gözlerimi alamamıştım arkasından. Döndüğünde bir tabure daha yakındım ona. Elimle küçük bir selam verdim. Başıyla karşılık verdi gülümseyerek. Ve yine sonu trajik bir şekilde bitecek başka bir hikâye daha başlıyordu. Kontratım bitene kadar 33 sefer daha yapacaktık Ulusoy 1 ile Novo’ya. Limandan araba ile alacaktı beni geldiğim her sefer. Işıltısı ve sıcaklığı ile bu Rus limanının kasvetini dağıtacak ve soğuğunu eritecekti.

Kısaca Novo’yu iyi bilirim. En çok gittiğim limandı. 3 gün demirde kaldıktan sonra 22 Mart sabahı limana yanaştık. Bahar gelmişti artık ve hava ılımaya başlamıştı. Gemide emekliliğim yaklaştığından pek bir şey yapmıyordum. 2nci ve 4üncü Kaptan da idare ediyorlardı beni. Çünkü bıkkınlık boğazıma kadar gelmişti artık. Genelde serbesttim. Zaten hesaplarıma göre burada en fazla 2 gün kalıp, yükleme yapacağımız başka bir Karadeniz limanına giderdik. Orada da demiriydi yüklemesiydi geri dönüşüydü derken en fazla 5 gün sonra kıçımı İstanbul’da, Teachers’ın rahatsız taburelerinin birine koyabileceğimi umuyordum.

Ulusoy zamanı güzel vakit geçirdiğim bir sürü arkadaşım vardı burada. Akşamları eskiden takıldığım yerlere gidiyordum birilerine rastlamayı umarak. Ama her girdiğim mekânda hayal kırıklığına uğruyordum. Umutlarımın tükendiği bir akşam, sadece bir kişi ile karşılaştım barın tekinde. Sorduğum isimi ise uzun zamandır görmediğini söyledi. Artık kimsem kalmamıştı Novo’da.

Genelde dışarı tek başıma çıkıp sahilde biraz yürüyor ve bir şeyler içip gemiye dönüyordum. Hayatımda ilk defa bir Karadeniz limanından erken kalkmak istiyordum. Ama olmadı. 50.000 tonluk gemiyi 2 günde, doldurup postalayan Ruslar, 8000 tonluk gemideki şekeri bir türlü boşaltamıyorlardı.

6 gün daha Novo’da kaldık

Başıma gelen en ilginç şeyse 4.Kaptanla dışarı çıktığım bir gece barın tekinde,“Tolga Abi?” diye yanıma gelen iki çocuktu. Konuşsunlar diye şaşkın şaşkın yüzlerine bakarken biri “ Abi biz seni Teachers’tan tanıyoruz” dedi…

NIKOLAYEV

Novo’dan kalktığımızda yeni yükleme limanımız Mariapul denmişti. Azak Denizi kıyısında, giriş-çıkış süresi boyunca harcanan rüşvet miktarları ile meşhur, eskiden son derece tehlikeli olan bir Ukrayna Limanıydı. Ama tam Azak denizine girerken yük iptal oldu. Bizde Kerch açıklarında demirleyip, yine talimat beklemeye başladık.

Talimat 2 gün sonra geldi. Nikolayev’e gidecektik. Ukrayna’nın güzel limanlarından biridir Nikolayev. Ulaşmak için önce illiçıvsky seperasyondan, Odessa’ya doğru ilerleyip, oradan doğuya doğru dönüp, sığ bir haliçte uzun bir kanal seyri yaptıktan sonra, Southern Bug Nehrinden içeri yaklaşık 16 mil boyunca Kuzeye doğru çıkmanız gerekir. Oraya daha önce 2 kere gitmiştim ama sadece bir kez kısa süreliğine dışarı çıkabilmiştim. O yüzden pek fazla tanıdığım bir yer değildi. Buradan bir çeşit maden alıp Yunanistan’ın Tsingeli limanına götürecektik. Ben de arada İstanbul geçişinde inecektim. Ukrayna Limanları hızlıydı. Bundan hep yakınmıştım. Bizim tonajdaki bir geminin yüklemesi 2nci günü aşmazdı. Ama bu sefer bu hız beni memnun edecekti.

Şehre çok yakın bir iskeleye yanaştık. Yine her gün dışarıdaydım. Genelde Kaptan ya da 2nci Çarkçı ile çıkıyordum dışarı. En kalabalık yeri, merkezdeki trafiğe kapalı genişçe bir caddeydi. Dükkânlar, barlar, cafeler, restoranlar bu cadde üzerinde toplanmıştı. Caddenin en sonuna kadar yürüyünce de nehir kıyısındaki büyük bir parka ulaşıyordunuz. İnsanlarda bu cadde de bir aşağı bir yukarı dolanıyordu aksamları. Biz de her aksam burada bir yerde yemek yiyor, sonra yediklerimizi eritmek için caddedeki bu büyük tura katılıyor ve gece olunca da keşfettiğim birkaç sıcak ortamlı Club`da takılıyorduk. Cuba Libre, yüksek volüm, dans meraklısı Ukraynalı kızlar… Güzel vakit geçiriyorduk. Ama maalesef Güzel Vakit/Para grafiğinde ok, apsis ile ordinata 45 derecelik eşit bir açı ile yükseliyordu. Gemi de dolmuyordu bir türlü. Yükleme inanılmaz bir şekilde tam 12 gün sürdü.


HOME AGAIN

Nikolayev’den kalkıp İstanbul Boğazının kuzeyine demirlediğimizde, buradan çıkışımızın üzerinden tam 26 gün geçmişti. 5–6 günde biteceğini düşündüğüm Karadeniz seferi ne hale gelmişti. Ama önümde sadece 1,5 saat keyfini süreceğim bir boğaz geçişi, bir demir manevrası ve devir teslim işi kalmıştı.

Geçiş sırası gece geç saatlerde bize geldi. 12 Nisan 2010 Pazartesi gününün ilk saatlerinde Fenerler hattını(*1) geçip, dünyanın en güzel gece manzaralarından birine sahip olan İstanbul Boğazının ışıltısı içinde, anın keyfini puromla çıkartarak ilerlemeye başladık ve akabinde Ahırkapı’ya demirledik.

Yine şirketten insanlar, yedek parçacılar, tamir ekipleri, kumanya botları, yeni katılanlar, ayrılanlar… Bu curcuna önümde ağır çekimle sahnelenirken, ben kafamdaki fon müziği eşliğinde, yerime gelen yeni zabite görevimi teslim ediyordum. Bunlarla uğraşırken hava da aydınlanmıştı. İstanbul, bir sabah telaşına daha başlamıştı. Deniz otobüsleri, şehir hatları vapurları, kalabalıklaşan köprü trafiği… İşimiz öğleye doğru anca bitti. Kaptan ve gemide kalan diğer arkadaşlarla vedalaşırken, ayrılan personelin valizleri de bizi karaya taşıyacak olan bota indiriliyordu. En sonunda bir kontratın daha sonuna gelmiştim. Çarmıhtan (*2) en son ben indim ve acente botunun alçak küpeştesine oturup bir keyif sigarası yaktım. Motor geminin bordasından ayrılırken, son kez güvertedekilere el salladım.

İstanbul’da soğuk bir bahar havası vardı. Deniz sakindi. Hafiften bir rüzgâr esiyordu. Martılar çığlıklar atarak tepemden uçuyorlardı. Balıkçı teknelerinin pancar motorlarının uzaklardan gelen sesleri, ruhuma sevinç pompalıyordu. Tanıdık bir İstanbul manzarasının ortasında, demirli gemilerin arasından karaya doğru ilerlerken, 5 ayımı geçirdiğim Mavi Gemi ardımızda yavaş yavaş küçülüyordu. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım. Damarlarımdaki kanın tekrar dolanmaya başladığını hissedebiliyordum..

*1)İstanbul boğazının kuzey girişinde ki Rumeli Feneri ve Anadolu Fenerini birleştiren hayali hat…

*2) Gemiye inip binmede kullanılan basamakları tahtadan yapılan ip merdiven.

M/V ARAS’IN SONU…

10 Ekim 2010 Pazar

Seyir Hikayeleri 6

ADAYA VEDA

Küba ile Florida Keys arasında driftin 5inci gününde, sisler içindeki durgun, gri denizin üzerinde ağır ağır sürüklenirken, OKI marka vurmalı yazıcımız köprüüstünü inleterek, yeni sefer talimatını kâğıda dökmeye başladı ve uzun bekleyişimize bir son verdi. Nihayet gideceğimiz liman belli olmuştu. Bulunduğumuz noktanın 370 deniz mili doğusunda, yine bir Küba limanı olan Puerto Padre’den dökme şeker yükleyip, Rusya’nın Novorossiyk limanına götürecektik. Bomba bir sefer daha!

Yükün dökme olması bizi biraz germişti. Çünkü ambarlar yükleme öncesinde yetkililer tarafından kontrol edilecekti. Ambarlar kuru ve temiz olmazsa yüklemeyi, istedikleri standartlar yerine getirilinceye kadar, erteleyebilirler hatta yükü vermekten vazgeçebilirlerdi. Şirketin böyle bir yük alabileceğini tahmin ettiğimizden driftde kaldığımız bu son beş günde bir şeyler yapmıştık elbette ama ambarlar o kadar kötüydü ki bir türlü toparlayamıyorduk. Zamansızlık ve malzemesizlik yüzünden pasın üzerine boyayı vurmak zorunda kaldık. Çirkin bir kız gibi bol makyaj yapıp loşta kalmaya dikkat edecektik.

19 Şubat sabah saatlerinde Puerto Padre açıklarına vardık ve yüksek su ile beraber şamandıralar arasından limana ilerlemeye başladık. Küba’da uğradığımız her üç liman da aynı özelliklere sahipti. Hepsi açık denize dar bir boğaz ile bağlanan genişçe koylara kurulmuştu. Buradaki kanal da sahildeki güzel bir köyü ikiye bölüyordu. İlk göze çarpanlar, türkuaz berrak suların hemen kıyısında kurulmuş tek katlı bakımsız evler, Hurricanelerin şiddetli rüzgârları yüzünden aynı yöne doğru eğilmiş palmiyeler, suyun içinde yaşayan bir ağaç ve upuzun bir kumsaldı.

İskeleye bağlandıktan sonra kontrol fazla uzun sürmedi. Korktuğumuz da olmadı ve ambarlara bir şey diyen çıkmadı. Gözünü sevdiğim Kübalı kontrolör, üstün körü bakıp, yüklemeye onay vererek kalplerimizde taht kurdu. İlk şekerler ambara dökülürken içime de bir burukluk düştü. Son limanımızdı Küba’daki ve yarın sabah Avrupa’ya doğru yola çıkacaktık. Neredeyse 2 hafta geçirdiğim Ada’ya son bir kez el sallayacaktım. Ama aynı zamanda eve döneceğim için de heyecanlıydım. Dönmek için sebeplerim vardı.

Öğleden sonra kumanya sorunumuzu çözmek için Kaptan, Çarkçıbaşı ve 4üncü ile beraber alışveriş için acentenin gönderdiği araçla Puerto Padre’ye indik. Burada yaşayan çoğu ailenin Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışan bir yakını olduğunu ve onlara düzenli para gönderdiklerini öğrendik. Bu yüzden de şehrin genelinin gelir seviyesi Küba ortalamasının üstündeydi. Turistik yerlere de çok yakın olduğundan canlı bir şehirdi. Paramızı Küba parasına çevirdikten sonra şoförümüz bizi bir mini markete götürdü. Gayet güzel, temiz ve beni şaşırtan bir çeşitliliğe sahip bir marketti. Tek sorun, gerçekten “mini” olmasıydı. Türkiye’deki bir “ŞOK” marketin ¼’ü kadar bir yerdi burası ve sadece biz içini kütlelerimizle doldurmuştuk.

Alacaklarımızın, 20 kişilik mürettebatı, ikmal yapacağımız Gibraltar’a ya da Kanarya Adaları’na kadar, Atlantik geçişimiz boyunca en az 7–8 gün idare etmesi gerekecekti. Alış verişe başladık. İlk darbeyi yiyen dolapta sakin sakin müşterilerini bekleyen tavuklar oldu. Hemen hemen hepsini aldık. Dolabın başından çekildiğimizde içeride sadece 2–3 tane yamuk yumuk tavuk kalmıştı. Sonra raflardaki makarnalar, pirinçler, bisküviler, dondurmalar, sütler vs. kasiyer kızın şaşkın bakışları altında alış veriş sepetlerimize dolmaya başladı. Neredeyse yenebilecek her şeyi almıştık. Tercümanlığımızı da yapan şoförümüz durumu her ne kadar açıklasa da, yabancı 4 kişinin marketi yağmalaması, duyanların da ilgisini çekiyordu. Marketin vitrininin önünde küçük bir seyirci topluluğumuz oluşmuştu bile.

Oradan çıktığımızda marketi neredeyse kurutmuştuk. Sırada bulmamız gereken sebze, meyve, tuz ve un vardı. Kasabada pazara benzeyen bir şey bulamadık. Yürürken sadece bazı evlerin küçük verandalarının duvarlarına dizdikleri az sayıda sebze meyveyi satan insanlara rastlıyorduk. Bizde gördüğümüz her durakta durmaya başladık. İnsanların küçük tezgâhlarında tanıdık ne varsa alıyorduk. Birinden 6 domates, 4 hıyar, 3 muz, 1 ananas diğerinden 10 domates 6 hıyar, 1 mango toplaya toplaya ilerliyorduk. Ta ki elinde daha çok çeşit olan kör bir amcaya ulaşıncaya kadar... Biz gelince içerden oğlu geldi ve bize cennet bahçesi gibi gelen, evin arka tarafına götürdü. Domatesler, soğanlar, sarımsaklar, patateslerle doluydu burası. Buradan da yeterince alış veriş yaptığımıza kanaat getirip un ve tuz bulmaya koyulduk. Ama bu is hiç kolay değildi. Un ve tuz devlet tarafından halka karne ile dağıtıldığından satışı yoktu. Her gördüğümüz fırında durup un ve tuz sağlamaya çalışıyorduk. Ama ne yaparsak nafile… Hiç kimse bunları bize satmaya yanaşmıyordu. Uzun uğraşlardan sonra şoförün arkadaşının çalıştığı depo gibi bir yerden illegal yollardan 20 kilo kadar tuz aldık. Unu ise hiçbir yerde bulamadık. Ama bir fırınla anlaşıp yarın sabah için 300 tane ekmek siparişi verdik ve bunu gemiye ulaştırması için sürücümüzü görevlendirdik.

Alış veriş bitmişti. Yemek yemeye karar verdik. Şoförün sahil kenarında bildiği bir yere doğru yürürken, tekrar karşılaştığımız tezgâhlarını boşattığımız elemanlar bize minnettarlıkla selam veriyorlardı. Ama ortalık domates, soğan arayan kadınlarla dolmuştu. Ulaşamadığımız tezgâhları arıyorlardı. Yanımızdan geçerlerken bize gülücüklerle İspanyolca bir şeyler söylüyorlardı. Anlamadık tabi, ama tahmin edebiliyorduk dediklerini. Çekirge sürüsü gibi geçtiğimiz yerleri kurutmuştuk. Umarım kasabayı geçici bir kıtlığa maruz bırakmamışızdır.

İçeride sadece 3 masası olan küçük, salaş bir yere girdik. Masa ve sandalyeleri kırmızı renkli plastiktendi ve üstlerinde örtü ya da servis bulunmuyordu. Denizle arasında dar bir yol vardı. Fazla rüzgârlı olduğu için küçük bahçesine oturamamıştık ama içeriden de koyun manzarasını rahatça görebiliyorduk. Oturup hemen üzerinde korsan resmi olan yerel biralarından söyledik. Guruba en uymayan kişi, alkol kullanmayan, Çarşamba’daki köyünün dünyadaki en güzel yer olduğunu iddia edip, oraya buraya devamlı bok atan Çarkçıbaşıydı. O kolasını, biz biralarımızı yudumlarken siparişlerimizi alan garson mutfağa girdi ve isteklerimizi hazırlamak için aşçılık yapmaya başladı. Mutfak küçük olduğundan herkesin siparişini aynı zamanda hazırlayamıyordu zavallıcık. Nitekim tabakları aynı anda getirme hevesi yüzünden yemeklerin sıcaklık dengesini de pek tutturamamıştı. Jumbo karides, ismini bilmediğim bir balık ve salata… O kadar lezizdi ki ılıkmış, sıcakmış sorun etmedik. Tabağı daha yarılamadan ben ikincisini sipariş etmiştim bile.

Yemekleri bitirdiğimizde hava alacakaranlık moduna girmişti. Birazdan batı ufkunda hiç ışık kalmayacaktı. Bahçeye çıkarttığım kırmızı sandalyemde Mojitomu yudumlarken, siyaha çalan gökyüzünde yıldızlar yavaş yavaş kırpışmaya başlamıştı. Kafam çakırkeyif olmuştu, karnım toktu, elimde purom tütüyordu, hava güzeldi, yumuşak bir rüzgar uzaklardan bir yerden Latin ezgileri taşıyordu kulağıma. Gözlerimi kapayıp, yüzüme hafifçe çarpan ılık esintiyi içime çekerek, ruhumu dinlendirmeye çalışıyordum. Yanımda Birini çok isterdim. Önümüzde uzanan kumsalda, kıyıya vuran küçük dalgaların çıkardığı sesler eşliğinde kucağında yatarken, şefkat denizinde huzur içinde boğulurdum oracıkta.

Romantizmimi 4üncü kaptan bozdu. Kalkıyorduk. Arabaya binip gemiye geri döndük. Malzemeleri gemiye taşıdık. Vardiyayı devraldım ve sabaha kadar, uzun gece boyunca güvertede oturup düşüncelere daldım.

Yükleme sabah bitti. Ambarlar kapakları kapandı. Gemiciler güverteye deniz netası yaparlarken biz de çıkış işlemlerini tamamladık. 20 Şubat cumartesi günü öğleden önce tüm halatlar mola edildi. Kanalın kıyısındaki güzel köydeki insanların el sallamaları eşliğinde Atlantik’in sularına ulaştığımızda oturup bir puro yaktım ve ardımızda gittikçe küçülen bu güzel adaya sessizce veda ettim.

M–26–7

Ardımızda güzel anılarla ayrılıyorduk Küba’dan. İstanbul boğazına kadar neredeyse her gün köprüüstü sohbetlerimizin konusu olacaktı bu ada ve adada yaşadıklarımız. Daha önce Güney Amerika’da ve Karayip Denizine kıyısı olan hemen hemen her ülkeye ve her adaya ayak basmıştım. Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Jamaika, Kolombiya, Venezüella, Guatemala, Honduras, Guyana, Brezilya, Arjantin, Trinidad, Barbados, Hollanda Antilleri vs… Geçmişte İspanyol, Portekiz, Fransız, İngiliz ve Hollanda’nın sömürgeleriydi hepsi. Ve sömürene göre de dilleri, mimarisi ve kültürleri farklılıklar göstermişti. Ama hepsinin tek bir ortak yanı vardı. Beyazların terk ettiği her yerde görülen yüksek Fakirlik oranı... Küba hariç hepsi demokrasi ile yönetiliyordu bu ülkelerin ve serbest pazar sayesinde her türlü mal giriyordu sınırlarından içeri. Ama yapay demokrasilerin kirlettiği her ülke de olduğu gibi, insanların büyük bir kısmı bu zenginliklere sadece aşağıdan bakıyordu. Bu da kıskançlık ve nefreti körükleyip, suç oranında patlamaya yol açıyordu.

Honduras’da Whooper yediğim Burger King’in kapısında pompalı tüfekli koruma vardı. Venezüella’da daha dışarı çıkışımızın onuncu dakikasında saldırıya uğramıştık. Kolombiya’da dışarı çıkan herkes soyulmuştu. Brezilya’da sokaklarda grup halinde yürürken bile bıçaklı saldırıya uğrayan denizciler olmuştu. Haiti’de insanlar üzerine giyecek bir şey bulamıyordu ve ayakkabıları aynı çift olmayan bir sürü insan görmüştüm orada. Jamaika ise suç oranında dünyada ilk beşteymiş.

Evet, Küba’da da insanlar zengin değildi. Her istediklerini bulamıyorlardı ülkelerinde. Son model arabalar yoktu caddelerde ve bize nostaljik gelen 50’lerın Amerikan arabaları doluydu her yer. Evler bakımsız, mobilyaları eskiydi ve artık neredeyse rastlamadığımız tüplü televizyondan seyrediyorlardı kanalları. Ama kimse aç değildi. Sağlık hizmeti en üst seviyelerdeydi ve herkes için ücretsizdi. Kimse hastanelerde rehin kalmaktan korkmuyordu. Hasta olursam sıçarım diye yabancı sigorta şirketlerine para saçmasına gerek yoktu kimsenin bizim gibi. Eğitime çok önem veriliyordu ve herkes eşit şekilde yararlanıyordu. Suç oranı çok düşüktü. Evlerin kapıları ve pencereleri kilitli değildi. Demir parmaklıklar ardına hapsetmemişlerdi kendilerini. Gördüğüm en güvenli ülkelerden biriydi. Günün herhangi bir saati dışarıdayken kendimi hiç tehlikede hissetmemiştim. Buna rağmen insanların Küba’yı kötülemelerine anlam veremiyorum. Belki devrimden beri süren Amerikan ambargosu olmasaydı, Karayipler’in parıldayan incisi olabilirdi Castro’nun Küba’sı.

BİTMEYEN YOL VE KITLIK

Küba’dan yaklaşık 6450 deniz mili uzaktaydı Novorosisk. Önce Gibraltar’a ya da Kanarya Adalarına uğrayıp yakıt, su ve kumanya ikmali yapacaktık. Normal şartlar altında bizim için 1 hafta sürecek bir yol. Hesap gayet basit, Mesafe / Hız = Zaman… Üstüne de 1 günlük hava müsaadesi koy hadi sana 8 gün olsun. Fakat bu gemide normal şartlar diye bir olgu şimdiye kadar söz konusu olmamıştı hiç. Gemi yine ilerlemiyordu. Onca bakıma ve tamirata rağmen, eski sorunumuz devam ediyordu. Her gün ya da gün aşırı saatlerce duruyorduk Atlantik’de. En son Kaver de* çatladı ve makine yürümez hale geldi. Makineciler enjektör arızasına alışmıştı artık ve nispeten kısa sürede giderebiliyorlardı bu sorunu ama Kaver çatlağının giderilmesi biraz daha zahmetliydi. Kaç kilodur bilemiyorum ama ağır bir malzemeydi ve askıya alınması gerekiyordu. Araba silindiri değildi bu sonuçta. İçine benim girebileceğim bir yerde hareket ediyordu ana makinenin silindirleri. Ona göre de kapağı vardı. Fakat hava ve deniz koşulları yine engelliyordu sorunu çözmek isteyenleri. Aşırı yalpa durumunda o kadar ağır bir malzemenin askıya alınması çok tehlikeliydi. Yıkıp geçerdi her yeri…

Havanın düzelmesini bekledik…

Ama 2. güne girdiğimiz de bile bir ılımlılık göstermedi. Kumanya yine alarm vermeye başladı. Arızayı hemen gidersek bile, bizi Gibraltar’a ulaştıracak miktarlar yoktu aşağıda. Seçenek kalmamıştı. Hava koşullarının düzelmesini beklemek durumumuzu daha da kötüye götürecekti. Bu yüzden gözlerini karartan Makineciler o hava şartlarında, o kaveri kimse zarar görmeden değiştirdiler ve bizi tekrar hareket eder vaziyete geçirdiler.

Bu arada Atlantik’de 11inci güne girmiştik. Küba’dan aldığımız her şey suyunu çekmişti ve kıtlık baş göstermişti. Gemide artık et, tavuk, makarna, kuru bakliyat, pirinç, bisküvi, taze veya konserve herhangi bir sebze-meyve yahut kahvaltılık hiç bir şey kalmamıştı. Sadece hızla azalan bulgurumuz mevcuttu. Sabah, öğlen ve akşam sade bulgur pilavı yapıyordu aşçı. Bunca yıllık denizcilik hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Resmen yiyecek bir şey kalmamıştı gemide. Kurtlanmış un bile yoktu ekmek yapmak için. .Ve Gibraltar hala çok uzaktaydı.

Şirketle bağlantıdaydık. Kanarya Adaları daha yakındı ve ikmallerin buradan yapılması konuşuluyordu. Ama olmadı. Gelen talimatla rotanın hemen Gibraltar’a doğru değiştirilmesi isteniyordu. Ve Kanarya Adaları 2 günlük mesafedeyken rotamızı kuzey doğu’ya doğru değiştirdik. 3 gündür kesinti yapmamıza rağmen suyumuz da bitmişti. Tankların dibinde kalanları artık kovalarla çekiyorduk dışarı. Böyle giderse üzerine zehir sıkılan böcekler gibi titreye titreye ölecektik.

16ncı günde Cebel-i Tarık boğazından bir kez daha aynı koşullarda girdik. Aç ve susuz. Fakat acı haber, Gibraltar’da kuyruk vardı, gemilere yetişemiyorlardı ve bizi drifte yolladılar. Ertesi gün filikalardaki suları ölçü ile dağıtmaya başladık ve sıkıştırılmış acil durum peksimetlerini yemeye başladık. Açlıktan uyuyamıyordum artık ve çok susamıştım. Driftin 3üncü gününde, bu kadar açlığa rağmen hala zayıflamayan stajyeri pişirip yemeyi konuştuğumuz bir sırada, telsizden pilot istasyonuna doğru ilerlememizi isteyen kutsal ses yükseldi. Stajyer kurtulmuştu…

İlk önce yakıt ikmali yapıldı. Ardından oradan kalkıp su ve kumanya ikmali için karşı kıyıdaki Algericas’a demirledik. Kumanya geldiğinde uyuyordum. Köprüden aradılar “gel” diye. Hemen kalktım. Kaptan yukarı güzel bir piknik sofrası hazırlatmış. Kırmızı domatesler, yeşil hıyarlar, sarı peynirler, zeytinyağı içinde keyif yapan siyah zeytinler ve taze ekmek. Bu natürmort tablonun karşısında duygulanmamak çok zordu. Yedik… Ve patlayana kadar da su içtim. Ağır çekimde mutlulukla birbirimizi ıslattık. Çok mutluyduk gerçekten. Ertesi gün Akdeniz’in tanıdık sularında İstanbul’a doğru ilerlerken hepimiz tertemiz ve toktuk. Yanaklarımız pembeleşmeye başlıyordu yavaş yavaş.

AHIRKAPI

Gibraltar’dan kalkışın 7nci gününde İstanbul’daydık. 17 Mart Çarşamba günü akşam saatlerinde Ahırkapı açıklarına demir attık. Şirketten bir sürü insan da doldu gemiye. Zor bir sefer geçirmiştik ve moral vermeye gelmişlerdi. Onlarla beraber Elektrikçiler, Makine bakım ekibi, Telsiz tamir servisi, yeni 2nci Kaptan, yeni Aşçı, yeni gemici, yeni yağcı... Duyan dolmuştu gemiye. O anda kumanya botu ve yedek parça taşıyan bot da bordaya yanaştı. Bir anda Nuh’un gemisine dönmüştü ortalık. Her köşeden tanımadığım bir adam çıkıyordu. Ve görür görmez o nerde, bu nerde diye soru bombardımanına tutuyordu. Kaptan telsizden çağırıyor, enspektör ayrı bir iş veriyor, malzeme getiren çocuk malzemeleri teslim almamı istiyor, personel ile ilgilenen adam çıkış yapacakların evraklarını istiyor, kumanya botunun kaptanı kâğıtlarını imzalatmak için peşimden koşturuyordu. Sigortalarım ısınmaya başlamıştı. Bunlarla boğuşurken Seçkin de gemiden ayrıldı ve beni yalnız bıraktı. Kaç aydır beraberdik. Bir sürü zorluk atlatmıştık birlikte. Yaklaşık bir hafta sonra, Karadeniz dönüşü ben de ayrılacaktım ama onu karaya taşıyan acente botunun arkasından bakarken neredeyse ağlayacaktım.

Kâbus ise perşembe sabahının ilk saatlerine, millet son bota binene kadar sürdü. Herkesi uğurlayıp gönderdiğimizde, güvertede üstübü dolu şişko bir çuvalın üzerine attım kendimi. Bir gurup zenci tarafından tecavüze uğramıştım sanki. Kıçımda derman kalmamıştı. Saat 04:00da demir vardiyasını yeni 2. kaptana bırakıp kamaramda yatağın üzerinde bayıldım.

26 Eylül 2010 Pazar

Tom Amca'nın Kulübesi

24 Eylül saat 03:15'de Atatürk Hava Limanından girdim üç silahşörlerle beraber. Günüm sabah 8'de başlamıştı ve daha uzun sürecekti. Bilet işlemlerini bitirip vedalaştım beni oraya kadar getiren arkadaşlarımla. Pasaport işlemlerimi bitirip diğer tarafa geçtiğimde artık yalnızdım. Gözden kaybolmadan önce son bir kez el salladım geriye doğru. Alitalia'nın Roma'ya gidecek AZ703 sefer sayılı uçağı tam vaktinde havalanırken, Teachers'daki son veda gecesini düşünüyordum hüzünle karışık duygularla. Ayrılıklar bazen diğerlerinden daha zor olur. Bu ayrılık daha da bir zor olmuştu benim için. Her şeyimi zamanın yıpratıcı kollarına bırakıyordum bir kez daha.

2 buçuk saat sonra İtalyan pilot çakılırcasına indi Roma'ya. Kokpite oturup bir uçağı kaldırıp, indiremem belki, ama o kadar çok uçtum ki bu bokun nasıl yapılıp, yapılmayacağını biliyordum az çok. Ama ne zaman Alitalia ile uçsam, Tanrıya daha bir yaklaşırım. İnemiyor adamlar. Pistin üstüne gelip, taş gibi düşüyorlar sanki.

Uçaktan inip otobüslerle hava limanına taşındık. Nasıl yer anlamadım. Şehir içindeydik sanki. Uçaktan, girişe kadar en fazla 200m yolu 15 dakikada aldık. Apronda resmen trafik vardı. Polisler düzenlemeye çalışıyordu bu karmaşayı, sen geç sen dur falan. Sonunda vardık kapıya ve inip küfür ede ede yürümeye başladım. Transit yolcuların arama noktasına vardığımda ise Miami uçağına yetişebilir miyim endişesi kapladı biranda içimi. En az 4 uçağın yolcusu, 5 tane manyetik güvenlik kapısının önünde, neredeyse ilerlemeyen upuzun bir kuyruk oluşturmuştu. Her yolcu zaten uçağa bindikleri yerde en az 2 kere aranmıştı, daha ne arıyorsunuz insanları anlamadım. Tam 1 saat o kuyrukta sıra bana gelmedi. Artık zincirleme küfür tamlamalarına geçmiştim.

Aramayı atlattıktan sonra Miami uçağına yetişmek için 20 dakikam kalmıştı. Koca hava alanında koştura koştura zamanında kapıya ulaşıp, uçağa bindim. Ama uçak zamanında kalkmadı. Tuvalete girmediğim için kendime küfürler yağdırdım çünkü uçak tuvaletlerine girmeyi hiç sevmiyordum.

2 saat rötar ile havalandık. Bu benim için kötü olmuştu çünkü Miamiye indiğimizde diğer uçağa yetişmek için sadece 3 saatim olacaktı. Daha önceki deneyimlerimden bunun yeterli olmayacağını biliyordum çünkü geçen sefer sadece pasaport kontrolden 2 saatte çıkamamıştım.

Yerel saatle Amerika'ya 15:20' de indik. Pasaport kontrolden hiç zorlanmadan geçtim. İnanamadım. "Obama yüzünden mi acaba?" diye saçma sapan teoriler ile kafamı meşgul ederek Chek-in yaptırmak için American Airlines'in masalarına doğru yolculuğuma başladım. G bölümünü arıyordum ama hava alanı çok büyüktü. Yürüyen yolları kullanıp 20 dakikada anca vardım. Her geçen dakika uzun geliyordu bana çünkü her şeyi halledip uçağa binmeden önce free shop'dan alış veriş yapmak istiyordum. Gel görki American Airlines gişeleri benim acelemin hiç farkında değildi. Sadece 2 memur vardı ve yavaşlıkları yüzünden gittikçe uzayan bir kuyrukla ilgileniyordu. Önümde sadece 2 kişi olmasına rağmen, sıra bana 20 dakika sonra anca gelebildi.

Bileti alıp hemen arama kuyruğuna girdim. Geçen sefer çok uzun zaman almıştı bu işlem. Ama bu sefer hızlı gelişti herşey. "Evet, evet kesinlikle Obama etkisi bu" dedim. Aramadan geçip Free Shop'a daldım.Ama bir şey alamadım. 1 saat önceden kesiyorlarmış satışı ve benim uçağımın kalkmasına 30 dakika kalmışmış. Bunu kasada parayı uzatırken söylüyorlar tabi... Aferin, 20 dakikamı yediniz durup dururken. Daha önceden bilseydim uçağa yetişmek için yusuflamazdım boşuna. Etrafıma bakınmaya başladım. G11 kapısını bulmam gerekiyordu ama ben G35'e yakındım. Eyvahlar olsun! Çok uzak... Tam panik başlayacakken bir tabela gördüm. Skytrain... Ne olaki? Bavullarımı kucaklayıp merdivenleri uçarcasına çıktım. Yukarı ulaştığımda tabiki ağzımdan solumuyordum artık havayı. Ulaşmak istediğim kapıya gidecek treni beklemeye başladım. Sakata gelmemek için etrafı gözlüyordum. Allahtan adamlar her şeyi basitleştirmiş. Yanlış kapıya gidecek trene binmek büyük gayret ister. Bu arada açılan bir kapıdan 150lik bir sürü Japon çıktı dışarı. Aa... Asansör varmış... Kendi kendime söylenirken tren geldi. Hemen ona atladım ve sevgili uçağıma gecikmeden vardım. Uçağa girince az daha kopacaktım. Uçak dolusu zenci vardı içeride ve tek soluk benizli bendim. Gülme krizini bastırmaya çalışıp yerime oturdum. Uçak da rötar yapmadan kalktı. Fakat hava çok kötüydü, kara bulutlar, yağmur, şimşek... İster istemez insanın götü 3,5 atıyor. "Uçak Kazası Raporu" belgeselinde, AA1049 sefer sayılı uçuşun hikayesinin parçası olmayı hiç istemiyordum.

Yol boyunca uyudum. Sadece baba bir türbülansda kelime-i şahadet getirmek için uyandım onu hatırlıyorum. Kalkıştan 1 saat 40 dakika sonra da, Amerikalı pilot mükemmel bir iniş yaptı. Algılarımın tam kapasite çalışmasına rağmen tekerleğin piste değiş anını algılayamadım bile. Sevindirik oldum hemen. Başka bir boyutta koltuğumdan kalkmış büyük bir gülümsemeyle alkışlıyordum pilotu. Aynı gülümsemeyle yanımdaki zenciye dönüp "Amerikalı abi işte Top Gun bunlar" demek istedim.

Pasaport ve gümrük kontrolünden sonra Jamaica'nın sıcak ve nemli akşamında havaalanından dışarı adımımı attım. Yerel saat 19:30'du. Hala 24 Eylül'deydim. Türkiye ise 25 Eylül 03:30 saatlerini yaşıyordu. Atatürk Havalimanından içeri adım atalı tam 24 saat olmuştu. Dışarıda beni karşılayacak elemanı göremedim. Bir banka oturup, az eşya olan bir valizimi diğerine ekleyip yükümü sayı olarak azaltım. İşim bittiğinde Yaşlı bir zenci amcanın elinde "Palencia" yazılı bir kağıt tutuğunu gördüm. Bizim şirketin gemilerinden birinin adıydı bu. Benim katılacağım geminin adı ise Paradero'ydu. Her halde karışıklık olmuş diyerek adama kendimi tanıttım. Minivan'a bavulları yükleyip yola koyulduk. Yolda amca telefonu bana uzattı. Nicko denilen adam arıyordu. Bizim şirketin Jamaica sorumlusuydu. Hoşgeldin beş gittin dedikten sonra geminin demirde olduğunu söyledi ve elektirik arızasınından bahsetti ve bir elektirikçi ile gemiye gideceğimi söyledi. "İyi" dedim ben de. Dediklerini çok anlamamıştım açıkçası.

Botun kalkacağı yerde bir elektirikçi karşıladı beni. İngilizce olarak bir arızadan bahsediyordu. Kağıtlar çıkardı arızayla ilgili. İçimden "böyle bir İngilizceyi sadece biz konuşuruz" dedim. Adama baktım "Birader Türk'müsün?" dedim. "Evet" dedi. Adamla tanıştık ama adam hala elektirik arızasından bahsediyordu. Gemi Tuzla yapımıymış her şey baştan sağma yapılmış falan derken "dur" dedim. Çünkü benim katılacağım geminin Alman yapısı olduğunu biliyordum. "Gemide kaptan kim" dedim. Adam bilmediğim birinin ismini söyledi. "Geminin adı ne" dedim. "Palencia" dedi. Dedim bir yanlışlık olmasın? Ben Paradero'ya katılacaktım. O da "sen 2. mühendis değil misin?" diye bir soru sordu. "Yok" dedim "ben 2 zabitim"... Adam beni birakan minivana doğru koşmaya başladı durdurmak için. Meğer Almanyadan bir elektirikçi gelecekmiş bu elektirik sorununu çözmek için. O da onu bekliyormuş. Ortalık karıştı tabi. Zavallı Almancık herhalde hala havaalanındaydı. Telefon görüşmelerinden sonra durum daha iyi anlaşılıp organize edildi. Meğer beni o gece beklemiyormuş danalar. Ve o herifi havaalanında görmesem Almanın durumunda ben olacaktım. Geminin Pazar günü geleceğini ve beni otele yerleştireceklerini söylediler. İçimden derin bir oh çektim. Bu yorgunlukla bana bundan daha iyi bir haber verilemezdi sanırım.

Abartısız bütün gün uyudum. Bir tek kahvaltıya inip geldim. Sonra biraz internete girip bütün cumartesini geçireceğim yatağıma geri döndüm. Gemiye katılışların ilk günleri hep zor olur. Alışana kadar insan kendini daha bir yalnız hisseder. Alışınca sabır çarkları işlemeye başlayacak elbette ama şimdi duruyorlar. Bir tek o koku sakinleştiriyor içimdeki çalkantıyı.

23 Eylül 2010 Perşembe

DESPEDIDA


GİTMELER VE GELMELER

Bazen monotonluk boğar insanı, kaçmak ister bulunduğu yerden, arkasına bakmadan, çığlık ata ata... Ama çoğunun gideceği bir yer yoktur yada arkada bıraktığı çoktur, cesaret edemez. Ben giderim... Üstün cesaretimden değil belki, gitmek istesem de istemesem de giderim, işim bu ... Yeni ülkeler, yeni insanlar, yeni denizler, yeni maceralar. Bazen sıkıcı, bazen kalp durduracak kadar heyecanlı, zaman zaman mide bulandırıcı ama her daim yorucu ve ruh yıpratıcı...

Seyirdeyken zaman da boldur düşünmek için. Mola verdiğin kara hayatında yaşananlar, yaşanabilecekler ve bıraktıklarınla doldurur kafatasının içi. Boş bırakmamaya çalışırım kendimi, yemek istemiyorsan, çalışıp oyalamak gerekir kafayı.

Ama sonra geri dönerim kaçtığım yerin monotonluğunu özleyerek... İstediğim zaman istediğim şeyi yemenin, istediğim zaman ayaklarımı uzatıp televizyon seyretmenin, kapıyı açtığımda toprağa basmanın değerini özleyerek dönerim. Hayatı kaçırdığımı düşünüp boşuna üzülmüş olduğumun farkına varırım her döndüğümde. Giden gitmiştir, kalan kalmıştır belki ama hayat genel olarak fazla değişmeden akmıştır yokluğumda ve arkadaşlarım sayesinde, uzun bir reklam arası verdiğim hayatıma kolayca uyum sağlarım her defasında.

Ciao...





2 Eylül 2010 Perşembe

Seyir Hikayeleri 5

LA HABANA

Nuevitas’dan kalkışımızın ikinci gününde akşamüstü Havana’ya ulaştık. Uzun giriş işlemlerinin ardından, kalabalık bir “Gümrük Ordusu”, gemiyi çok sıkı bir şekilde baştan aşağıya aradı. Bulmalarını istemediğimiz hiçbir şeyi bulamadılar ama işleri çok uzun sürdü ve bizi yordu. Akabinde, liman işçileri gecikmeden gemiye doluşmaya başladı. Stewedor ile konuşup, karşılıklı bilgi alış verişi yaptık. Tahmin ettiğimiz gibi tahliye 1 günden kısa bir sürede tamamlanacaktı. Nuevitas’da ki gibi bir mucize yaşamamız da biraz zordu çünkü bu limandaki vinçler gayet modern ve bakımlı gözüküyorlardı.

İlk rulolar ambardan çıkartılmaya başlandığında Kaptanla beraber dışarı çıktık. Günün sona ermesine 1 saate yakın bir süre kalmıştı. Ne fazla vaktimiz vardı, ne de enerjimiz kalmıştı. Çok dolaşmadan, o saatte hala açık olan bir restoran bulup oturduk ve sipariş ettiğimiz leziz deniz mahsullerini mideye indirdik. Yemek sonrasında birkaç Mojito içip, yeni günün erken saatlerinde geminin yolunu tuttuk. Bu kısa sürelik tur sırasında bile gördüğüm şeyler çok hoşuma gitmişti. Bu sokaklarda doya doya dolaşamayacağım düşüncesi beni gerçekten üzüyordu.

Yanaşmamızın ertesi günü öğle vakitlerinde ambarlarımızda kalan son yükler de boşaltılmıştı.

Ama kalkmadık…

Armatör, mevcut makine arızasının giderilmesi için, İstanbul’dan, Şirketin makine enspektörü ile beraber bir tamir ekibi yollamış ve de limanda onarım bitene kadar kalmak için izin almıştı. Yani “Küba Mucizesi” devam ediyordu. Bu haber karşısında sevinç çığlıklarımızı tutamadık. Nuevitas’dan ayrıldığımız da bozulan moraller bir nebze olsun yerine gelmişti. Zira yük operasyonu yoktu. Liman kontrolleri de daha tahliye sırasında tamamlanmıştı. Makineciler çalışadursun, bizim gemide ıvır zıvır işlerden başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Böyle bir durum denizde insanın başına çok nadir gelir, belki de hiç gelmez. Her saniyeyi değerlendirmek artık vazifemizdi.

2nci kaptan ile beraber her fırsatta şehre iniyorduk. Havana, Küba’nın başkentiydi ve 2 milyonu aşan nüfusu ile sadece Küba’nın değil, Karayip bölgesinin de en büyük şehriydi. Görkemli “El Capitolio”(*1), “Büyük Tiyatro” binası, Havana Katedrali, Kolonyal kaleleri, eski Amerikan arabaları, faytonlar, İspanyol esintisini sızdıran Arnavut kaldırımlı dar ara sokaklar, tatil sezonu olmamasına rağmen turistleri bu tarihi şehre çekiyordu. Dolayısıyla da gece ve gündüz hayat diğer şehirlerine göre daha parıltılıydı. Şehrin, koloni döneminden kalan binaların bulunduğu “Eski Havana”, genelde turistlere yönelik mekânlarla doluydu. Yüksek avlulu butik oteller, dükkânlar, restoranlar, kafeler, barlar, genelde bu bölgede toplanmıştı. Sabah, akşam her köşede, her mekânda müzik ve dans vardı. Muhtemelen anaları, salsa ya da rumba yaparken doğurmuştu bunları. Birbirlerinin kollarında uyum içinde süzülen bu insanları büyülenmiş bir vaziyette izliyordum her defasında ve izlerken kendimi bir tomruk gibi hissediyordum. Sonradan derin bir pişmanlık duysam da, beni dansa davet eden güzel Kübalı kızların gazına gelip, kendimi onların kollarına atmadım. Eğer içtiğim romların etkisiyle sosyal fobimi yenseydim, muhtemelen yıllarca müzik karşısında inatla suskun kalarak betonlaşan belimi orada bırakırdım.

Bu rüya kentte, genelde yabancıların fazla uğramadığı mekânları bulmaya çalışıyorduk. Bu yerlerde her şey neredeyse yarı fiyatına oluyordu ve yerel halktan insanlarla daha kolay tanışabiliyorduk. Küba müziği eşliğinde, değişik yemekler yiyip, bol bol rom içiyorduk. Tabii ki bazen bu araştırmalarımız yüzünden, yanlış yerlere de dalabiliyorduk. Girdiğimiz böyle bir yerde, daha nasıl olduğunu anlayamadan, çevremizi saran, yaklaşık 10 tane tacizci hatuna, Mojitoları ısmarlamıştık bile. Şükür ki ucuz bir yerdi. Ama maddi ve manevi olarak hepsiyle başa çıkmak mümkün değildi. Çevremizi sadeleştirmeyi beceremediğimiz için, ortamdaki baskın östrojene rağmen mucizevî bir şekilde testosteronumuzu dizginleyip, fazla söğüşlenmeden mekânı terk etmeyi başarmıştık. Bravo doğrusu!

Her gecemiz, Mojito, Cohiba, müzik ve eğlenceyle dolu geçiyordu ama bazı sorunlarımızı Küba’ya gelişimizden beri hala giderememiştik. Kumanya sıkıntı yaratmaya devam ediyordu. Menümüz iyice daralmıştı artık, bu yüzden de personel homurdanmaya çoktan başlamıştı. Nuevitas’dan aldığımız koltuk kumanyası neredeyse bitmişti. Gemiye zorla getirttiğimiz Şipşendır(*2) da bize pek yardımcı olamadı. Eline verdiğimiz listenin anca yarısını, onu da eksik olarak sağladı. Ne yazık ki Küba, her şeyi bolca sağlayabileceğiniz ülkelerden biri değildi. Bu şekilde Atlantik’i geçmek mümkün olamazdı. Henüz yeni yükleme limanı da belli olmamıştı ve eğer yükleme tekrar bir Küba limanı olursa, aynı sorun devam edecekti.

Bir diğer sorunu da bir usta gemici yarattı. 2nci Kaptanın kendisine haksızlık yaptığını düşündüğünden, morali bozulmuş ve artık bu gemide çalışmak istemediğine karar vermişti üçkâğıtçı. İneceğim diye tutturdu paşam ve ortalığı birbirine kattı. Sebepsiz bir aşağılık duygusu içerisindeki bu şahsiyeti ikna çalışmaları, sinir bozukluğu olarak bize geri dönünce, şirketten adamın acilen çekilmesini istedik. Bu postalama işi yine bana patlayacaktı çünkü gidecek olan adam kıç tarafta manevralarda benim emrimdeydi ve yerine başka biri gelmeyecekti.

Bu meseleyi çözdüğümüzü düşündüğümüz sırada diğer bir usta gemici de boş mazeretlerle gelerek inmek istediğini söyledi. Tı Allah'ım ya... Güzel geçen günleri illa bir şey zehir edecekti bize. Bunu, sefere devam etmesi için kesinlikle ikna etmemiz gerekiyordu çünkü gemilerde “Safety Manning” diye bir belge vardı. Bu belge gemide donatılması gereken minimum makine ve güverte personelinin sayısını gösterirdi. Eksik gemici, makineci ya da zabit ile herhangi bir limandan kalkmak mümkün olamazdı. Bu yüzden ayrılmak isteyen gemiciyi gönderirsek, mutlaka yerine birinin gelmesi gerekiyordu ama bunun için zaman yoktu Makinecilerin işleri neredeyse bitmek üzereydi ve ertesi gün kalkmamız muhtemeldi. Cuma günündeydik, Türkiye’de konsolosluklar kapalıydı. Personel Müdürü hemen birini bulsa bile vize işlemleri ve yol dâhil, adamın Küba’ya gelmesi en az 5 günlük bir süreçti. Her saati para demek olan ticari bir geminin böyle bir mazeretle limanda o kadar süre boyunca kalması şirket için hiç hoş olmazdı. Gemici, kaptan kamarasında inatla “İkna İttifakı’na” direnirken, adama laf anlatmak için yırtınan Kaptan'ın gözlerinden, içindeki patlamayı nasıl dizginlediğini anlayabiliyordunuz. Geçen uzunca zamanın ardında direnç hala kırılamayınca, Kaptan, Çarkçıbaşı ve Problem Gemici hariç herkesi dışarı çıkarttı. Kapalı kapılar 2 saat sonra açıldığında, ikna çalışmaları 6ncı saatini aşmıştı ama herkesin yüzü gülüyordu. Adam Çarkçıbaşı’nın da yardımıyla, Kaptan tarafından ikna edilmişti. Kamara boşaldığında Kaptanın ilk ağzından çıkan cümle “ Uğraştığımız şeye bak _mına koyayım” oldu.

13 Şubat Cumartesi günü makinecilerin işleri tamamen bitmişti. İstanbul’dan gelenleri uğurladıktan sonra ayrılış işlemlerine başlandı. Gideceğimiz liman hala belli olmamıştı. Bu yüzden kalktığımızda, Küba karasularının dışına çıkıp sefer talimatı bekleyecektik. Öğlen saatlerinde evrak işleri tamamlandı ve manevra için yerlerimizi aldık. Bir kez daha veda vakti gelmişti. Bu sefer bizi uğurlamaya gelen arkadaşlar yoktu sahilde. Ardımızdan el sallayanlar sadece, işlerini bizi Küba toprağına bağlayan son olan halatı da mola ederek bitiren, cana yakın Palamarlardı (*3).

Limanın içinde, Kızıl Meydan’daki Sait Basil katedralini anımsatan, altın renginde kubbeleri olan Ortodoks kilisesini bordaladığımızda, halatların hepsini güverteye alıp, neta etmiştik. Limanın dar çıkışına doğru ilerlerken, filika güvertede, tayfaların tahtadan yaptıkları derme çatma bir iskemleye oturup, puro yaktım ve veda ettiğimiz Havana’yı izlemeye başladım. Kısa bir süreliğine de olsa bu şehrin ruhunu içime çekebildiğim için mutluydum. Bir gün önce gezdiğimiz yerlerde başkaları dolaşıyordu. Fotoğraf çekme telaşındaki turistler, el ele dolaşan sevgililer, yürüyüş yapan aileler, koşuşturan çocuklar, banklara oturmuş yaşlılarla beraber Havana da hayat devam ediyordu. Manzaralarına kısa bir süreliğine dekor olduğumuz herkes el sallıyordu bize. Bu hep duygulanmıştır beni. İçimdeki burukluk artarken yüzlerini seçemediğim bu insanlara ben de el sallayarak karşılık verdim

Dışarıda hava boktandı. Kuvvetli kuzeyli rüzgârların önüne kattığı dalgalar kıyı şeridini dövüyordu. İstanbul’daki Lodos manzaraları vardı sahil yolunda. Limanın girişindeki El Morro’yu (*4) bordalayarak Limana veda ettik. Bodoslamamızda patlayan dalgalarla mücadele ederek, drift (*5) yapacağımız 12 mil açığa doğru yıldız rotasında ilerlemeye başladık. Havana ardımızda küçülmeye başlamıştı. Birazdan O da anılarını yanımıza aldığımız diğer limanlar gibi ufukta kaybolacaktı.

*1) Eskiden Hükümet binası olarak kullanılan, 1959 Küba Devriminden beri de “Küba Bilimler Akademisine” ev sahipliği yapan neoclasic yapı. Biraz Beyaz Saray’ı andırıyor. 55 basamaklı geniş bir merdiven ile kapısına ulaşılıyor. Merdivenlerin bitiminde, girişin her iki yanında kocaman 2 bronz heykel bulunuyor. Binanın büyük kubbesi altındaki ana giriş bölümüne girdiğinizde de, Tanrıça Athena’dan esinlenerek yapılmış, 15 m.lik, altın kaplama, La Estatua de la Republica ile karşılaşıyorsunuz. Yapı içinde bulunan dünyanın en büyük 3üncü heykeliymiş. Züper.

*2) Shipchander… Gemilere malzeme ve kumanya sağlayan kişi yada şirketler.

*3) Gemilerin limanlara yanaşma manevraları sırasında halatları babalara takan, kalkış manevrasında da mola eden işçiler.

*4) Kısaca “Castillo de los Tres Reyes Magos del Morro”. İspanyollar tarafından 1589 da inşa edilen, Havana Limanının girişindeki burunda, hala sapasağlam nöbet tutan bir kale.

*5) Gemilerin emniyetli bir yerde makinesi harekete her an hazır vaziyette, demir atmadan, kontrollü şekilde beklemesi.

22 Ağustos 2010 Pazar

Seyir Hikayeleri 4


LAND HO !

“Kara göründü”…

Adını, Yeni Dünya’yı ilk gören kişi olarak tarihe yazdıran, Pinta’nın gözcüsü, Rodrigo de Triana, 1492 yılının 12 Ekim’i saat 02.00 sularında böyle bağırmıştı avazı çıktığı kadar. Gemicileri isyanın eşiğinde olan Cenovalı’nın da içine su serpilmişti bu çığlıkla. Yeni bir kıta keşfettiğinin farkında olmayan Kolomb, Bahamalar’ın bir parçası olan bu küçük adaya, San Salvador adını vermiş ve İspanyol toprağı ilan etmişti.

Yaklaşık 500 küsur yıl sonra, biz de bu zevki Gibraltar’dan çıkışımızın 22.gününde, San Salvador’un yaklaşık 200 mil güney doğusunda kalan, Caicos Adalarını görerek yaşadık. Güneşli bir öğleden sonra, gölgeler yavaş yavaş uzarken, sakin bir havada, Caicos Kanalına giriş yaptık ve lanetli Atlantik geçişimizi kimseyi denize atmak zorunda kalmadan tamamladık. Aksilik çıkmadığı takdirde, Küba’daki ilk tahliye limanımız Nuevitas’a bir günde kolaylıkla aşacağımız, 300 millik bir yolumuz kalmıştı.

Daha önce de bu sularda bulunmuştum. Birçok insanın tatil hayallerini süsleyen kıyıların ev sahibi Karayib Denizi. Kartpostallarda gördüğümüz Türkuaz sular, beyaz kumlar ve denize doğru boynunu uzatmış palmiyeler. Her ne kadar arkadaşlarımca, Karayibler ismini zikredince çok şanslı görünsem de 5 ay boyunca, konteynır limanlarının tipik keşmekeşliğinden başka çok az şey görmüştüm buralarda. Buna rağmen, bir zamanlar ünlü korsanların cirit attığı bu sularda seyir yapmak, haritalarda ilerlemek ve ilersi için tatil hayalleri kurmak bile benim için çok zevkliydi.


YENİDÜNYA

Şubat ayının 3üncü günü sabah saatlerinde, gece varıp, yüksek suyu (*1) beklemek için demirlediğimiz koydan demir alarak, gelen tonton pilotun kılavuzluğunda Nuevitas limanına yanaşmak için manevraya başladık. Koyun suları çok sığ olduğundan sadece şamandıralarla markalanmış, kısıtlı bir hat içerisinde yol almamız gerekiyordu. Yani pilotun verdiği rota komutlarını, dümencinin hatasız bir şekilde uygulaması icap edecekti. Fakat manevradan hemen önce jeneratör çöktüğü için Gyro pusula (*2) devreden çıkmış ve manevra saatine kadar da toparlanamamıştı. Bu da pilotun vereceği yön değerlerini, dümenci için anlamsız kılacaktı. Pusula yoksa yönde yoktu. Alternatif olarak Manyetik pusulayı kullanabilirdik ama ne yazık ki o da gemide doğru çalışmayan cihazlarımızdan birisiydi. Normal bir manevrada bile koca gemide dümen tutabilecek güvenebileceğimiz bir gemicimiz bulunmadığından Kaptan dümene benim geçmemi istedi ve 4.kaptanı, yerime kıç manevraya gönderdi. Hiç şaşırmadım, çünkü böyle durumlarda piyango nedense hep bana vurur. Dümen tutmak en kıl olduğum işlerden biridir. Dikkat ister. Hele de böyle dar yerlerde… Kulağınız pilotta, gözünüz bir pruvada bir cayro pusulada, gemiyi verilen rotada tutmaya çalışmak, zevkli olmayan, yorucu bir iştir. Şimdi bide pusula yoktu başıma.

Karadaki alametleri kullanıp, hatasız şekilde, gemiyi pilotun istediği rotalarda tutmayı başardım ve sorunsuzca yanaşmayı gerçekleştirdik. Küçük, virane bir limandı burası. Bizim tonajda ancak tek geminin sığabileceği bir iskelesi vardı ve beton kaplamasının yer yer çatlayan yerlerinden otlar fışkırmıştı. Kötü durumda, 3 adet eski Sovyet yapısı kreyn gözüküyordu. Depolama sahasında, yanaşma manevrası sırasında uzaktan köpek sürüsü sandığım bir gurup keçi, gemiye çıkış izni bekleyen onlarca işçiye aldırış etmeden, kafalarına göre takılıyordu etrafta.


NUEVITAS

Kontrol işlemleri bitip yük hesabı yapılırken, Stewedor’dan acı bir haber aldık. Adam bize bakıp, utanmadan tahliyenin en fazla 1 gün süreceğini ve ertesi gün akşam saatlerinde geminin kalkabileceğini söylüyordu. Tam bir şok... Donduk kaldık bu cümlenin üstüne. Ayrı bir boyutta, adamı boğazlıyordum. Gerçekten o anda heriften nefret ettim. 31 gün süren, kâbus bir yolculuktan sonra, limanda sadece bir gün kalmak… Başka bir kâbus olmalıydı bu. Gözlerimden yaşlar, Japon çizgi filmlerinde ki gibi çılgınca boşalacaktı neredeyse. Haber gemide salgın hastalık gibi bir anda yayıldı ve tüm gemi personelinin morali anında yerle bir oldu. Biz bu sinir harbini yaşarken, tahliye de öğleden sonra başlamıştı.

Sadece bir gece dışarı çıkabilecektik. Hayalimizde, seferin belli olduğu günden beri kurduğumuz “Küba Gecelerini” sadece o akşam tadabilecektik. Çünkü bir sonraki tahliye limanı olan Havana’ya boşaltılacak yük çok azdı ve tahminimize göre, sadece yarım günde bitirirlerdi bizi orada ve hemen yallah derlerdi.

Kaptanın bir muhteşem izni ile daha 2.kaptanla beraber akşam dışarı çıktık. Neuvitas’ın merkezinden epeyi uzaktık ve bizi oraya götürecek bir vasıta aramaya başladık. Köy gibi bir yerdi burası. Evlerin kapılarının hepsi istisnasız açıktı. Hatta dışarıya yüksek müzik saçan açık bir kapılardan birine bar diye daldık. Şort atlet vaziyetindeki bir adam, oturduğu koltukta, yüzümüze baka kalmıştı. İki tarafta ilk şaşkınlığı atlatınca, ev sahibi ile beraber kahkahayı basmıştık. Yarım saat karanlık sokaklarda dolaştıktan sonra, mobilet tipli ufak bir motosikletin arkasında, gemiye dönen 4.kaptanla karşılaştık ve onu yürümeye mahkûm ederek, aracına el koyduk. Sürücü dâhil 3 ayı, tek silindiri ile yeri göğü inleterek bizi taşımaya çalışan, bu zavallıya binerek yola koyulduk.

Sürücü bozuk yollardan dikkatlice ilerlerken, yolu kısaltmak için girdiği benzincide, yakıt alımını henüz tamamlayan bir polis aracının yanından geçti. Arkama baktığımda, polislerin koşarak araçlarına bindiğini gördüm. Sevgili şişko sürücümüzde dikiz aynasından görmüş olacaktı ki, gazı kökledi. Sanırım bu göt kadar alete, 3 kişinin kasksız olarak binmesi burada da yasaktı. Artık çukur mukur dinlemeden, bozuk yolda Allah ne verdiyse gazlıyordu stajyer Azrail. Mübarek cihaz da anlaşılmaz bir biçimde, adeta uçuyordu. Hafif bir yokuş iniyorduk ve aletin üzerinde üçümüzün ağırlığı toplamda 250 kiloyu geçiyordu. İvmelenme inanılmazdı. Yolda o kadar çok çukur ve tümsek vardı ki, genelde hep havadaydık. Her uçuşumuzda yere temasımızın nasıl bir felaket ile sonuçlanacağını düşünüyordum. Motorun donanımı, yükümüzü nasıl çekiyordu anlamıyordum. Cenazelerimizin, Türkiye’ye mi gönderileceği yoksa Küba’ya mı gömüleceğini düşündüğüm bir sırada, ani bir frenle durduk. Tam da kelime-i şahadet getirmek için boğuşuyordum hâlbuki. Sürücü İspanyolca bir şeyler söyleyip bizi motordan neredeyse attı ve attığı gibide gazlayıp yok oldu. Para bile isteyememişti adamcağız. 10 saniye sonra da, tepesinde mavi ışıklar dönen, yeşil bir şey önümüzden son sürat geçti. Polis aracı, sirenleri eşliğinde hızla geçerken dopler etkisine de canlı olarak şahit olmanın zevkine vardık.

Kahkahalarımızı bastıramıyorduk indiğimiz yerde. Gülme komasına girmiştik. Hıçkırıklar ve kapı gıcırtısını andıran sesler çıkararak, az önce başımızdan geçen şeyi, sanki tek başımıza yaşamışız gibi birbirimize anlatmaya çalışıyorduk. Ama gülmekten ciğerlerimize hava girmediği için, pek anlamlı sesler çıkmıyordu ağzımızdan. Çevrede olaya şahit olan insanlar da bizle beraber gülüyorlardı. Geceye harika başlamıştık.

Biraz sakinleştikten sonra, hedefsiz halde bilmediğimiz kasabada, eğlenmek için mekan aramaya başladık. Daha araştırmamıza başlamamızın üzerinden bir dakika geçmemişti ki, biraz önce bizim halimize şahit olan, Kübalı iki genç kız, arkamızdan yetişerek bizi durdurdu. Bize İspanyolca bir şeyler anlatmaya başladılar. Bizde gram İspanyolca yoktu ama ağızlarından çıkan her kelime o kadar şiirsel gelmişti ki bana, kızlara sarılmak istedim o an. İngilizce olarak, anlamadığımızı söylemeye çalıştık kızlara, üstüne de içmek için yer soruyorduk. Ortada el hareketleri ile desteklenen İspanyolca ve İngilizce kelimeler uçuşuyordu. İki tarafta tek kelime anlamıyordu tabi. O sırada arkadan gelen, İngilizce bilen arkadaşları sayesinde, aynı konu hakkında, ayrı dillerde konuştuğumuzu anladık. Biz içmek için yer soruyorduk, onlarda yanlış tarafa gittiğimizi, yöneldiğimiz tarafta bir şey bulamayacağımızı anlatmaya çalışıyorlardı. Dil problemi tercümanımız tarafından çözülünce hep beraber tarif ettikleri yere doğru yürümeye başladık.

Genişçe bir parkın etrafında, içki satan küçük küçük büfecikler vardı. Onlardan birinin, beton zeminli küçük bahçesinde, yere sabitlenmiş bir masanın çevresindeki sandalyelere oturduk. Bizi oraya getiren kızları ve sonradan iyi arkadaş olacağımız, tercümanımız Raul’u da masamıza davet ettik. Kızlardan biri siyahîydi. İsmini hatırlamıyorum, Zaten sonradan yanımızdan ayrıldı. İsmini hatırlamadığım, ilerleyen saatlerde 2.Kaptanla işi ilerletecek olan başka bir arkadaşları geldi yanımıza. Beraberce komik bir sohbete başladık. Ortak dilleri olmayan insanların, birbirleri ile anlaşmaya çalışmaları gerçekten çok eğlenceli oluyordu.

Benim yanımda oturan, beyaz tenli, düzgün hatlara sahip, orta boylu, ince bir kızdı. Dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülüyordu. Işıltılar saçan kapkara gözleri vardı. Gülümsemesini hiç eksik etmediği dudaklarında, çocukken geçirdiği bir kazadan miras kalan, küçük bir yara izi vardı. Üzerine, siyah bir straples ve küçücük, dar bir kot şort giymişti. Belli etmemeye çalışarak incelemeye çalışıyordum kızı. Gerçekten tam bir Latin güzeliydi Yaquelin.

Biz sohbeti ilerletirken Parkın kenarında bulunan sahnede hareketlilik başladı. Biz de küçük gurubumuzla beraber içkilerimizi alıp, parkta ki beton bankların birine yerleştik. Zaman geçtikçe popülaritemiz de artmaya başlamıştı. Küçük bir kasabaydı ve fazla yabancı uğramıyordu sanırım buraya. Bu yüzden çektiğimiz ilgi fazlaydı. Tabi bizde fazlasıyla cömerttik. Alkol çok ucuzdu. Bir şişe Havana Club yaklaşık 5 Amerikan dolarına geliyordu. Her merhaba diyenin eline bir bardak Rom ya da bira tutuşturuyorduk hemen. Şanımız yürüsün.

Müzik başladığında etrafımıza bir sürü insan toplanmıştı. Birçoğu ile sonradan arkadaş olduk. Herkesten, sürüyle meraklı sorular alıyorduk. Sıcak insanlardı, hareketlerinde en ufak bir düşmanlık ya da art niyet yoktu kimsenin. Gece, hayatım boyunca zevk aldığım zamanlar listesinde, hızla ilk 10’a doğru koşuyordu. Hoparlörlerden yükselen kan kaynatıcı Latin ezgileri eşliğinde dans eden insanlar, güzel kızlar ve Havana Club… Cennete düşmüş gibiydim. Yaquelin tüm gece boyunca yanımdaydı. Çok güzel anlaşıyorduk. Ki aynı dili konuştuğunuz kızlarla bile anlaşmak mümkün olmaz bazen.

Gece yarısı, bu güzellikleri bırakıp, Nuevitas için normal bir ulaşım aracı olan fayton ile gemiye geri döndük. Biraz uyuduktan sonra, saat 08.00’de kalkarak, işimizin başına geçtik. Liman işçileri coşmuş bir biçimde çalışıyorlardı. Paslı yükle ilgili bir sorun da yaşamadık. Sahildeki eski görünümlü, bakımsız vinçler, koca ruloları 4er, 5er alarak, sahilde bekleyen, eski tip kamyonlardan, kasalarını traktörlerin çektiği, çeşitli araçlara hızlı bir şekilde yüklüyorlardı. Ama Stewedor’un pis kehaneti, her ne kadar hızlı çalışsalar da, tutmayacak gibi gözüküyordu. Muhtemelen sabaha karşı kalkardık buradan. Bu bir gece daha, dışarı çıkabileceğimiz anlamına geliyordu.

Hava kararırken, vardiyamı gündüz dışarı çıkan 4üncü kaptana bırakıp, hazırlanmaya başladık. Liman kapısından çıktığımızda, Yaquelin’in bizim için yolladığı, motosikletli arkadaşları tarafından alınarak, dün geceki mekâna yollandık. Bu sefer sorunsuz bir yolculuk olmuştu.

Vardığımızda, Yaquelin ve arkadaşı bekliyordu bizi. İçkilerimizi alıp, yıldızlı bir gökyüzü altında, parktaki yerimizi aldık. Yeni insanlar da vardı çevremizde. Bu gece Latin şarkıları yükselmiyordu sahneden. Kendi müziğimizi yaratıyorduk, hep beraber İspanyolca, Türkçe şarkılar söyletmeye çalışıyorduk birbirimize, yorumlamaların komikliği karşısında da gülmekten kırılıyorduk. Her şeyden soyutlanmış bu dünyada, daha önce tatmadığım bir mutluluk içerisindeydim.

Ama güzel anlar çabuk biter. Saat 2de bütün personelin gemide olması gerekiyordu. Gitmeliydik. 2 günde kaynaştığımız bu sıcak insanlarla vedalaşmak çok zor gelmişti. Ayak sürüyerek gemimize döndük.


TANRININ İNAYETİ VE KUTSAL KAZA

2nci kaptanla, kafamız bi dünya, motordan indiğimiz yerden, liman kapısına doğru, düz bir şekilde yürümeye çalışıyorduk. Ortalık çok sessizdi. Çevrede hiçbir hareketlilik yoktu. Etrafta ne bir liman işçisi, ne de bir kamyon gözüküyordu. “Yük bitti mi lan” dedik ve pergelleri olabildiğince açtık. Ama yük bitseydi hemen bizi bulurlardı, başka bir gariplik vardı ortada. Sahil kreyni bir garip duruyordu. Biraz daha dikkat kesilince, kreynin kolunun, anlam veremediğimiz bir biçimde geminin üzerine doğru uzandığını gördük. Oha! Kreyn resmen geminin üzerindeydi. Koşarak gemiye çıktık.

Kreynin mantilya teli (*3) kopmuştu ve telin tutuğu kocaman kol da, geminin üzerine düşmüştü. Normalde büyük bir kaza olabilecekken inanılmaz bir şekilde, geminin hiçbir aksamına zarar bile vermeden olmuştu bu olay ve kimsenin canı da yanmamıştı. Sadece, iskele tarafta, kolun cundası, vurduğu yerde güverte saçını biraz göçertmişti. İçeri girip, vardiyadaki 4üncü kaptandan, olayın nasıl olduğu hakkında bilgileri aldık. Kimseye bir şey olmadığı için çok şanslıydık.

Sabah, bir liman yetkilisi geldi gemiye. Diğer sahil kreynleri çalışmadığı için, teli kopan kreynin kolunu geminin üzerinden kaldırmak için, başka bir şehirden, iki vinç ve tamir ekibi geleceğini ve bunların gelişinin de anca 2 gün sonra olabileceğinden bahsediyordu. Daha cümlesine nokta koymamıştı. Adamın sesi gittikçe uzaklaşmaya başladı. Kendimi birden, yukarı doğru yükselirken buldum. Yanımda da 2nci kaptan vardı. Gökyüzündeydik, yüzümüzdeki geniş gülümsemeyle birlikte, beyaz bulutların arasında uçuyorduk. Kendime geldiğimde adama sıkıca sarıldım. Babasın...

Resmen, düşünce gücümüzle, teli kopartmıştık. Bu “Kutsal kaza” sayesinde, Nuevitas’da muhteşem bir 4 gün daha geçirecektik.

Gündüzleri, 4üncü kaptanla beraber, alış-veriş bahanesiyle dışarı çıkıyordum. Her şey güzeldi fakat kumanyamız da bitmişti artık. Dışarıdan, en azından 1 çuval un ya da 200 adet ekmek satın almam gerekiyordu. Küba’da devlet, halka un, tuz, şeker, bakliyat gibi temel ihtiyaçları karne ile dağıttığından, bu gibi şeyleri her istediğinizde, marketten sağlayamıyordunuz. 2 saatlik bir aramadan sonra, hiçbir yerde bulamadım zaten aradıklarımı. Fırınlar 200 adet ekmek vermeyi ret ediyordu çünkü sayılı üretiyorlardı. Bize istediğimiz miktarı verirlerse, haftalık dengeleri bozulacaktı. Raul’u aradım. Ben Yaquelin ile parkta otururken, O ve 4üncü elinde unu olan birini arayıp buldu. Beraberce gittik. Adam sokağın köşesinde bekliyordu bizi. Sadece 2 kişinin una bakabileceğini söyledi. Raul’la beraber, gizlice, salaş bir evin bodrumuna girdik. Bir çuvalda 40 kilo kadar un vardı. Baktım, pis ya da böcekli değildi, aldık orada unu. Sonra başka bir adam bulundu, yine gizlice evine girip, unu kontrol ettim. Bu da 30 kilo kadardı ve sorunsuzdu ama durum garipti. Evlere görünmeden girip, görünmeden çıkmaya çalışıyorduk. Önce evden biz çıkıyorduk, unlar sonra tuttuğumuz at arabasına yükleniyordu gizlice. Yeraltından unu, kokain muamelesiyle alıyorduk.

Geceleri de, 2nci kaptanla dışarıdaydık. Her akşam, yemek sonrası liman çıkışında bizi bekleyen motorlara binip, merkeze iniyorduk. Yaquelin, motordan indiğimiz yerde beni bekliyordu hep. Havana Club’ları alıp parktaki yerimizi alıyorduk. Rom, Puro, Latin Müziği eşliğinde muhteşem vakitler geçiriyorduk. Evimdeydim sanki. Yaşıyordum burada. Nefes alabiliyordum. Hiçbir şeyi özlemiyordum. Ama buda bitecekti. Tuttuğum eller, yarın avucumun içinde olmayacaktı. Baktığım gözler karşımda olmayacaktı yarın. O son gece ayrılamıyorduk oradan. O motorlara binip gemiye yollanamıyorduk. İdamımızı, hiç gelmeyecekmiş gibi uzatmaya çalışıyorduk. Sarılacaklarımıza sarıldık, öpeceklerimizi öptük ve bindiğimiz motorların arkasında dudağımız düşük limana geri döndük.

8 Şubat 2010 pazartesi günü öğleden sonra Nuevitas tahliyesi bitti.

Denizciydik ve gitmeye alışıktık biz. Pervane dönüp, ardımızda köpüklü bir iz bırakarak ilerlediğimizde bırakırdık her şeyi ayrıldığımız yerde. Ama bu sefer çok dramatik olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Adamlarıma, halatları toplamalarında yardım etmemiştim ilk defa. Son halat da güverteye alındığında, küpeşteye yaslanıp bir sigara yaktım. Limanın dışında, her gece motorlara bindiğimiz yerde bizi uğurlamak için gelenlerin el salladığını görebiliyordum hala. Boğazıma bir şey düğümlenmişti. Son bir karşılık verdim. Kalbimden bir parçayı daha bir limana bırakıyordum. Böyle bir hayata ne dayanır ki?

*1) Gün içinde oluşan gel-git’lerde, suyun yüksek zamanı.

*2) Cayro okuruz. Yönleri kusursuza yakın gösteren, elektrik ile çalışan Pusula.

*3) Bom’u tutan bir tel.

20 Ağustos 2010 Cuma

Seyir Hikayeleri 3

LANETLİ JONAH

Tam 25 gün önce buradaydık. Harap ve bitap bir vaziyette, seperasyon’un (*1) karşı şeridinden, Herkül Sütunları’na doğru giriş yapıyorduk. Şimdi yeni bir yılın içindeydik. Fakat Atlantik’de değişen bir şey yoktu. Batılı ‘swell’ler ile karşılandık ve daha ‘bismillah’ demeden gemi baş-kıç hareketine başladı.

Boğazın çıkışından, Caicos geçidine, Kaptan’ın da onayını alarak, kerte hattı (*2) bir rota çizmiştim. Büyük Daire’yi (*3) kullanmadım çünkü hem aralarında çok büyük bir mesafe farkı yoktu hem de büyük daire seyri yaptığımız takdirde Atlantik’de daha Kuzeyli enlemlere tırmanmak zorunda kalacaktık. Bu da daha kötü meteorolojik şartlara, daha fazla maruz kalmamıza neden olacaktı. Buralarda hava böyleyse, 1 derece bile yukarda nasıl olduğunu görmek istemiyordum.

Yaklaşık 250 rotası ile aşağı doğru iniyorduk. Cebel-i Tarık’dan çıkalı daha 200 mil bile olmamıştı. Öğle vardiyamın 3üncü saatine giriyordum. Çay saati gelmişti. Kamarot çayımı ve yanında bisküvi getirdi. İşte buna sevinmiştim. Gemide beni en sevindiren şeylerden biridir çay saatinde börek ya da bisküvi çıkması. İşlerimi bir kenara bırakıp, pencerenin önüne yerleştim ve bir sigara yaktım. Sakin sakin pruvayı seyredip, çayımı yudumlarken köprüüstündeki telefon çaldı. İskenderun limanında gemiye katılan Çarkçı başıydı hattın diğer ucundaki. Çevrede demirleyecek müsait bir yer olup olmadığını soruyordu bana! Neredeyse ağzımdakileri püskürtecektim soruyu idrak edince. “Yuh” dedim mına koyim, daha neler… Okyanustaydık ve altımızda en az 2000 m su vardı ve en yakın kara parçası da bize 1 gün uzaklıktaydı. Yoktu tabi böyle bir ihtimal. Uygun bir dille izah ettim. O zaman hemen stop etmemiz gerektiğini söyledi.Kaptan’a haber verdim.

Ve durduk...

Gibraltar’dan ucuz diye aldıkları yakıt tırt çıkmıştı. Kalitesiz fuel oil de enjektör memelerinde soruna sebep olmuştu. Bu, silindirlere pompalanan yakıtın, optimum şekilde atomize olup, yanma odasına dağılmasını sağlayan bir parçaydı. Yani, evde çiçeklerin yapraklarına su püskürttüğümüz, “fıs fıs” dediğimiz alet gibi iş görürdü ve bizimkiler püskürtme yerine işemeye başlamıştı. Bu şekilde yola devam etmek imkânsızdı. Sökülmeleri ve yerine yenilerinin takılmaları gerekecekti. Fakat elimizde de yedeklerinin olmadığını öğrendik. Bu çıldırtıcı bir şeydi. Uzak yola gidiyorduk. Bu gibi parçaların yedeklerinin mutlaka gemide olması gerekiyordu. Ama bizimkiler, limanda bu parçaları yeniledikleri için, yedek bulundurmaya gerek duymamışlardı sanırım. Çarkçıbaşı, söktüğü parçaları temizleyip, alıştırarak tekrar monte etmeyi deneyeceğini söyledi ve makine personeli ile hemen işe girişti.

Beklemekten başka çaremiz yoktu. Kumanda altında olmadığımızı belirten iki siyah küreyi(*4) grandiye (*5) çektik ve kendimizi denizlerin insafına bıraktık. Geminin üzerinde yol olmadığından, swell ve dalgalara hemen borda verdik. Buda bizi çok daha fazla yalpaya düşürmeye başladı. Hacı yatmaz gibi sallana sallana kuzey-doğuya doğru saatte 2 mille sürüklenmeye başladık.

Makinecilerin işleri neredeyse 12 saat sürmüştü. Pervane ancak gece 12-4 vardiyamın son saatine girilirken tekrar dönmeye başladı. Kaptanla sohbet ederken, Çarkçıbaşı yağ ve ter içinde girdi köprüüstüne. Sorunu hallettiklerini söyledi. Sevindik tabi, tekrar yol altında olmak güzeldi. Durduğumuz zamandan, makine çalışıp, gemiyi rotaya tekrar soktuğumuz ana kadar, yaklaşık 25 mil kuzeye sürüklenmiştik. Bu toplamda yaklaşık 14 saatlik bir kayıp olacaktı bizim için. ETA’mızı(*6) çok etkilemeyecek bir gecikme sayılırdı. Saat 05.00’e yaklaşırken kamarama giderek uyudum.

Kalktığımda hava daha da kötüleşmişti. Öğle yemeğimi yiyip, köprüüstüne çıktımda, tornanın düşürülmüş olduğunu gördüm. Yine başlamıştık. Geçen seferi hatırladım. Tüylerim ürperdi. Daha Maderia’yı (*7) bile bordalamamıştık, yani neredeyse hala Avrupa’daydık. Hava düzelmezse, bu yolculuk kâbusa dönebilirdi. Bunları düşünürken, ana makine tekrar stop etti. Enjektörler yine su koyuvermişti. Aklımıza gelen başımıza geliyordu.

Bu sefer, denizlerin etkisi daha vurucu oldu. Atlantik bizi dövmekten bıkmıyordu. Yürümekte de zorlanıyorduk artık. Gökyüzü, boz bulutlarla sarmalanmıştı, rüzgâr kuvvetli esiyor, köpürerek kırılan dalgalar bordada patlayarak güverteye giriyor, ambarların üzerinden aşıp diğer taraftan denize dökülüyordu. Şimdi bir de yük için endişelenmeye başlamıştık.

Bu şekilde yarım gün sürüklendikten sonra, makineciler tekrar, makineyi çalıştırmayı başardı ve pruva tekrar rotaya girdi. Hava yüzünden düşük tornayla ilerliyorduk. Ayrılan çarkçıbaşı, tornayı düşürdüğünde, yakıtı değiştiriyor ve dizelle devam ediyordu. Ama yeni çarkçıbaşımız dizele kıyamadığından, fuel oil ile devam etmekte ısrarcıydı. Bu ısrarcılık yüzünden de enjektör memeleri en az 2 günde bir sorun çıkarıyordu. Her duruşumuzda da günde ortalama 12 saate yakın, enjektörlerin sökülüp, alıştırılarak tekrar takılmalarını bekliyorduk. Gibraltar’dan ayrılışımızın 7. gününe girerken bu olay artık bizim için rutin hale gelmeye başlamıştı. Çıkıştan, yaklaşık 600 mil uzaklıkta olan Maderia Adalarını, neredeyse yeni ardımızda bırakmıştık. Resmen, lanetlenmiş gibi ilerleyemiyorduk. Gibraltar, Nuevitas arasındaki mesafenin 1/6’sını bir haftada ancak alabilmiştik.

Bulunduğumuz enlemde ‘Hâkim Batı Rüzgârları’ etkiliydi. Rüzgârlar ve önüne kattığı denizler hep batı veya güney-batıdan geliyordu. Yani hep kafadan ya da sancak baş omuzluktan alıyorduk dalgaları, bu da baş-kıç yapmamıza neden oluyor ve makinenin tornasının düşürülmesine sebep oluyordu. Bu alandan kurtulmamız gerekiyordu. Biran önce rotayı güneye çevirerek, At Enlemleri’ni aşmalıydık ve Alizelerin estiği bölgeye inmeliydik. Böylece, Ticaret rüzgârlarını, kıç tarafımızdan alıp, tam yola geçebilirdik. Bence iyi bir plandı. Kaptan da bu öneriyi kabul etti ve ilerlemekte güçlük çektiğimiz, mevcut rotamızdan çıkarak, güney-güney batıya doğru inmeye başladık. 30 derece kuzey enlemini bulduğumuzda, rotamızı Caicos geçidine tekrar döndürecektik.

450–500 mil kadar bu rotada ilerledik. Bu neredeyse, Karadeniz’in bir uçtan diğer uca mesafesiydi. Enjektör sorunu devam ediyordu ama artık durup, sürüklenme süremiz, Çarkçıbaşı bu konuda uzmanlaştığı için 3te 1 azalmıştı. 30 derece enlemini de geçmiştik, fakat rüzgârların yönünde ve şiddetinde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Kuzey yarı küre kış mevsiminin ortasındaydı ve bu yüzden de Alize kuşağı 25 derece enlemine kadar gerilemişti. Rotayı biraz güney batı’ya yaklaştırarak yola devam ettik.

Ticaret Rüzgârlarını 26 derece enleminde bulduk. Sweller hala kuzey batı yönlüydü ama yumuşuyorlardı artık. Rüzgâr da kıç tarafımıza geçtiğinden, denizler lehimize dönmeye başlamıştı. Artık tam yolla ilerleyebiliyorduk. Hava da açılmıştı, boz bulutlar dağılmış, yerini mavi bir gökyüzüne ve tüy bulutlara bırakmıştı. Enjektörlerde sorun devam ediyordu ama artık durduğumuzda çok sallanmıyorduk. Yeni bir sorun belirmişti ufukta. Sefer, makine arızaları yüzünden, planlanan zamanın çok ötesine geçmişti. Taze sebze ve meyveleri çoktan tüketmiştik. Uzun zamandır, et, kuru bakliyat ve hamur işi yiyorduk ama onların da bir sınırı vardı. Yolculuk, bundan sonra başka bir aksaklığı kaldıracak durumda değildi.

Bir diğer baş ağrısı da, hava düzeldiği zaman, yükü kontrol etmek için, ambar kapaklarını açtığımızda yaşandı. 2 numaralı ambarın üst tarafındaki yüklerin tamamı, yüzeysel atmosferik pas içindeydi. Görüntü korkunçtu. Yükün üst kısmı tamamen kahverengiydi. Yüklerin üzerindeki pas yetmezmiş gibi, çok da pis kokuyordu. 2. kaptan bu duruma çok üzülmüştü. Tahliye sırasında büyük problemler yaşayabilirdik. Hemen adamları ambara indirerek, fırçalama işine başladık. Limana vardığımızda, yükün üzerinde pastan çok az iz kalacaktı




*1) Genelde, sıklıkla kullanılan rotalarda, dar geçitlerde, boğazlarda veya sahillere yakın bölgelerde ki gemi trafiğini düzenlemek amacı ile oluşturulan, harita üzerinde işaretlenmiş, kullanması zorunlu, gidiş-geliş rota şeritleri.
*2) Marcator haritalarında, iki nokta arasında boylamları aynı açı ile kesen düz çizgi.
*3) Pihuu… Bir küre üzerinde, iki nokta arasındaki en kısa mesafe bu iki noktadan geçen bir büyük daire yayıdır. Bunu anlatan koca kitaplar var, buraya anca bu kadar.
*4) Bunun gibi bazı durumlarda, her durum için ayrı gündüz işaretleri çekilir. Dürbünle sizi izleyen seyir halindeki diğer tekneler ne gibi bir bokun içinde olduğunuzu anlar ve ona göre hareket ederek, sizden neta olurlar. Gece de ışıklı versiyonlarını kullanırız. İki kürenin gece hali üst üste, her yönden görülebilen iki kırmızı fenerdir
*5) Geminin direklerinden biridir. Tam armalı yelkenli gemilerde baştan itibaren direkler; pruva, grandi, mizana ve kontra mizana olarak sıralanır. Günümüz ticari gemilerinde de genellikle miyar güvertenin üzerinde bulunan, geminin en yüksek direğidir. Bu direğin serenlerinde genellikle radar antenleri, haberleşme cihazlarının antenleri, silyon feneri ve bayraklar bulunur.
*6) Estimated Time of Arrival, tahmini varış zamanı kısaltkası
*7) Portekiz’e ait, özerk bir ada devleti.