HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

1 Temmuz 2011 Cuma

Albatrosun Kanatları Altında

İstanbul beni tembelleştiriyor. Gereğinden fazla kaldım sanırım. Ne zaman gereğinden uzun kalsam, başımı derde sokarım. Yine soktum…

Ne yapacağını bildiğin halde yapmamak… Buna inat denir. İnat etmeyeceğim… Savaşacak zamanım yok. Gömeceğim acı verse de. Herkes kendi seçimini yaşar. Ben de öyle yapacağım. Doğru ya da yanlış… Kimseye hesap verecek değilim. Tek sığınağım gitmek…

Haziranın sonunda yağmur… Gri bulutlar, uçuşan martılar… Hüzün yüklüyorlar…

Bir gün, er ya da geç, gideceğim “Güney Denizine”, oradaki bir adaya. Oturacağım beyaz kumsallardaki bir yaşlı kayaya ve melankolinin ufkuna dalacağım. Çevremde beni garipseyen Albatrosların bakışları adlında, köpekbalığı kaynayan türkuaz denizin kıyısında… Sadece palmiyelerin yapraklarını hışırdatan meltemin sesi olacak etrafımda, sahile vuran küçük dalgalarla… Ve her zaman yanımda yeteri kadar rom… Kızaran güneşe veda edeceğim her akşam… Son durağım olacak orası. Oğlak dönencesin altında, yüz binlerce yıldızın ışığında...

13 Nisan 2011 Çarşamba

Yo Ho Hoo

Tahammül

Ben kötüyüm… Kamaraya çekilirken bu sözler geçiyordu aklımdan. Kötü olmasam bile kesinlikle iyi biri değilim. Yine durduramadım kendimi. Tahammül sınırlarım, Sevr anlaşmasında ki Osmanlı sınırlarına dönmüş. Artık çok çabuk parlayıp, çok kolay kalp kırabiliyorum. Dörtnala giden süvarilerin düşman piyadesine çarpması gibi. Kılıç, kalkan, kargı… En kötüsü de sonradan aşırı tepkim için kızıyorum kendime. Sular çekildikten sonra öfkem anlamsız gelmeye başlıyor. Üzülüyorum kırdıklarım için. Ama her ne kadar büyüklüktür deseler de, özür dilemeyi hiç sevmiyorum. Özür diliyorum elbet FAKat bir parçam kopuyormuş gibi hissediyorum özür dilerken. Volkanlar patlıyor içimde. Doğama aykırı bir şey. Egomu skiyim... Özür dilememek için, özür dileyecek pozisyona düşürmeyeceksin kendini. Çok çalışıyorum bunun için. Aslında sabrım engindir. Bir çocuğun, ardı ardına gelen 100.000 sorusuna cevap verebilirim (tatlı bi şeyse). Salyangozu ilerlerken saatlerce seyredebilirim. Eve dönmeyi heyecanlanmadan aylarca bekleyebilirim. Aptallığa karşı bile bir hoşgörü gösterebilirim. Muhtemelen işim sayesinde. Sabrımı zorlayacak durumlar azaldı. Ama kas kafalılar beni delirtiyor. Lunaparklarda balyozla bir şeye vururlar ya, vuruş gücü oranında yukarı doğru bir şey fırlar ışıkları yakarak. İşte sinirimi o biçim en tepeye zıplıyorlar. Evet… Sadece kas kafalılar delirtiyor beni…

“Over Nilüfer Effect”

Geçende Hard diskimdeki şarkıları I tune’a geçirirken “Nilüfere” sardım. Dün gece de vardiyada onu dinlerken, birden hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı. Gecenin karanlığında, bütün anılar ok gibi zırhımı delip göğsüme saplanmaya başladı. Rahmanlar, Marmara Caddesi, Ağaç, Barış Manço, Ayı, Suadiye Lisesi, Novo, Kadıköy, Ulusoy terminal, Teachers, Zey, Büyükada, Küba, Ağva, İzmir… Gelenler, gidenler... Durduramadım saldırıyı. Bazı yaralar iyileştikten sonra bile sızlıyor. Hâlbuki geriye dönüşü hiç düşünmedim, önceleri güç gelse de her defasında düştüğüm yerden kalkıp yola devam ettim bir şekilde… Melankoli sinirlendiriyor beni. Anıları sevmiyorum. Hüzünlendiriyor beni. Geriye bakma… Bakarsan eğer yaşadığın an tatsızmış gibi gelir. Öyle mi? Eskiden her şey güzel miydi? Yoksa şimdi hiç bir şeyin tadımı kalmadı?

“Şarap gibi, baş döndüren tadın vardı,

Aldığım her nefesimde adın vardı,

Şimdi o güzel günlerden gerilere...”

Bu şarkıyı ardı ardına ne kadar dinledim hatırlamıyorum.I podun pili bittiğinde geminin kırlangıcındaydım. Martin Eden’e çok kızmıştım Güney Denizlerindeki o adaya gitmedi diye ama onu çok iyi anlıyorum.

Ay ışığı… Işık suda yansımasaydı manzaralar çok şey kaybederdi…

Bu dünyadan kopmuşum gibi hissediyorum. Anlama gücüm arttıkça olaylara daha yukarıdan bakmaya başladım, bu da yaşama sevincimi azalttı. Daha önce farkına varamadığım şeyler tusunami dalgaları gibi çarptı ruhuma. Eskiden ne mutluymuşum meğer.. Önce Tanrıya olan inancımı kaybettim, sonra aşka… Diğerleri de domino taşları gibi yıkılmaya başladı bir bir. Niye yaşıyoruz? Amacımız ne bu dünyada? Birkaç yıl önce bu soruya cevabım aşk için olurdu. Aşk=Mutluluk… Şimdi bir yanıt veremiyorum kendime. Yönümü değiştiren darbe nereden geldi bilmiyorum, mavi hapı seçmeliydim.

LONG WAY TO HOME

Tekila+Kuantru+Limon suyu+Buz+Tuz… Margarita… Denizin ortasında bile yaratırım seni… Şuan tam yüklüyüm. Süper bir hissiyat bu… He hee

Saat 18:30 Panama açıkları...

Doğudan yumuşak bir rüzgâr esiyor denizi kabartmadan. Bu sularda ilk defa sallanmıyoruz. Belki bana veda ediyor Karayipler. Gereğinden uzun kaldım bu sefer denizde. Zamanımı gereksizce boşa harcamışım gibi geliyor. Dökme yük gemisine gitmeliydim. Benim için daha akıllıca olurdu bu karar 6 ay önce verilseydi eğer. Ama, zararın neresinden dönersen kardır… Sktiyiminin lafı hayatımın özeti gibi...

Yakında yatağıma döneceğim. Geniş yatağım... 15 Nisanda üzerindeyim.



1 Şubat 2011 Salı

Buluşalım Eski Köprünün Altında

Berrak bir gökyüzü var bu gece. Yarım Ay, ufkun bir karış üzerinde, rahat koltuğuna oturmuş, uyukluyor umursamazca. Yıldızlar ise, sanki her biri kendini daha iyi gösterebilmek için, heyecanla kırpışıyorlar bu koca siyahî boşluğun içinde yarışırcasına. Mehtap, simli bir yol ile sakin denizin üzerinde ışıldayarak bana doğru uzanıyor. Kıç taraftan esen rüzgâr, geminin rüzgârını tolore ediyor, sadece hafif bir esinti dokunuyor tenime. Pruvamızda ay ışığı ile parlayan beyaz köpüklerin coşkusu bozuyor sadece denizin sükûnetini.

Ama bir şey var gecede. Hoşuma gitmeyen bir şeyler… Ruhum huzursuz. Bütün bu süslerine rağmen doğanın, hiç güzel değil bu gece. Hüzün var karanlıkta. Kulaklığımdan yükselen her parça, melankolinin kurşuni sularına sürüklüyor beni. Kafamın içinde, anılarımı kilitlediğim bütün odaların kapıları açılmış. İstemiyorum o koridorda ilerlemek. Hatırlamak istemiyorum hiçbir anıyı. Lanet olsun! Kim açtı sonuna kadar bu kapıları? Ah! Evet, o şarkılar… Hain şarkılar… Artık bazılarını dinleyemiyorum bile…

Her odada “hapsolmuş anılar” oynuyor. Sinemadayım sanki. İlk salonun önünden geçerken, Kadıköy’ü görüyorum içeride. Eskiden, Bahariye trafiğe açıktı. Boğa da Altıyol’da değildi, aşağıdaydı. Postanenin oralarda bir yerlerde… Hatırlamazsın sen belki, ben de tam anımsamıyorum yerini, küçüktüm çünkü. Galata Köprüsü de “Eski” değildi o zamanlar, arabalar onun yorgun sırtından geçerlerdi. ‘Köprü altı’ tabiri vardı, Kemancı da oradaydı. Yediğim midye tava ve içtiğim biranın tadı orada kaldı. Bunu da hatırlamazsın… O zamanlar, Gökdelenler İstanbul’un bağrına daha saplanmamıştı. Kodak tabelası hala Galata’daydı. Sahil yolu yoktu Anadolu yakasında henüz. Kışın, kabinlerinin üzerinden atladığımız, “Kum Plajı” vardı, “Süreyya Plajı” sadece bir tren istasyonu adı değildi, 3M Migros, Burger King yoktu bir zamanlar insanların güneşlendiği yerlerde. Belediyenin amblemi olan, o otoparkın girişindeki sunağa yüzerek giderdim. İstasyonun arka sokağında bir terasta * içerdik Nihallerle. Sandallarla doluydu kıyılar. Uskumru çıkardı Marmara’dan. Domatesler organik inorganik diye kutuplaşmamışlardı o vakit. Her şeyin, şimdi alamadığım bir tadı vardı… Dostlarım da dağılmamışlardı dünyanın dört bir yanına; ne Hollanda’ya ne Avustralya’ya… Kız erkek tünerdik Marmara Caddesinde bir apartmanın bahçe duvarına. Pınar küçüktü o zamanlar, gözlerini ayırmadan hayran hayran bakardı bana. Okulum vardı… Suadiye Lisesi’ni yıkmamışlardı daha. Atlantik sineması hala Şaşkın Bakkaldaydı, Marks and Spencer olmamıştı. Çocuklar sokaklarda Yakartop oynarlardı. Akmar’ın üstü sahaftı sadece, altında “Saadet” vardı, Naci vardı. Hatırlar mısın? İnsanlar birbirlerine kaset hazırlardı. Vay be! Büyükada’da papatya taçlı bir kız vardı. “Moda Havuzunda” buluşalım dediğimde kimse yüzüme bön bön bakmazdı. “T” arkadaşlarla dolup taşardı...

Hatırıma gelen her bir anı karesi, kalbimin imbiğinden geçip, bir damla gözyaşına sığıyor bu karanlık gecede. Ne kadar tezat bir durum, iyi anıların acı vermesi. Aşina olduğum her şey yavaş yavaş siliniyor dünya yüzünden. Hayallerim vardı eskiden. Çoğunu kaybettim, bir kısmı da çalındı. Eros’un en sevgili hedefiydim. Aşk için yaşardım. Ama artık onun okları da batmıyor bedenime. Şimdilerde sadece bankalar titrettiriyor telefonumu ama yinede her defasında heyecanla bakıyorum. Bu koca kubbenin altında denizleri yararak ilerlerken hep yalnızdım, ama yalnız bırakılmak kadar kötü değildi hiç. Artık ne babam hayatta ne de Zeus Rahmanlarda. Tanrılara güvenimi kaybettim belki ama inanıyorum evrim teorisine ve ayakta kalmak için dayanıyorum bu amaçsızlığıma rağmen kalan tüm gücümle. Nietzsche kızardı belki bana ama hala derinlerde bir umut besliyorum. Ve ilerde acı verecek diğer güzel günlere içiyorum. rum ron rom…

18 Ocak 2011 Salı

Quenn Anne’s Revenge

Di di di diit… Di di di diit… Di di di diit… Di di di diit…

Lanet alarm! Ne çabuk sabah oldu anasını satayım…

Di di diğ… Kapa çeneni!

Saatin alarmı ile uyanmak zorunda olmak ne acı. İt oğlu it, her sabah zevkle beynimize kakıyor özgür olmadığımızı… Modern dünyanın kırbacı…

Al sana, boktan bi Pazartesi daha… Amma da çok var Cumaya. Milyonlarca gün doğumu görmüş yaşlı dünya için önemsiz belki; ama biz köleler içinse, bitmek bilmez bir zaman dilimi… Dışarısı hala karanlık... Yine karga bokunu yemeden uyandık. Hâlbuki geceleri ne kolay kararlar almak.

“Biraz erken kalkıp alırım duşumu”

Yalana bak! İnsan yıllarca, her akşam kendisini böyle kandırmaz ki… Sikerim duşunu şimdi… Nerede bu? Hah… Gel bakayım buraya. Alarmı ötele 30 dakika… Duşu akşam alırım. Yarım saat daha uyuyayım.

Ama işkence bu... İdam saatini bekleyen mahkûm gibi... Ne kadar süre daldım acaba? 5 dakika? Ya da 25 dakika? Çalar şimdi geri zekâlı... Aha! Çaldı… Çalacak… E çalmadı! O zaman kesin şimdi… Çalma sen! Uyumasam da çıkmayacağım inadına yataktan!

Di di di diit…

Şlaak…

Kısa sürdü son başkaldırı…

Soğuk bir Ocak sabahı… Surata bak! Meymenetsiz bok parçası… Ne kadar çirkin b’şey sabah sabah aynadaki… Lavabonun önünde kısa bir tereddüt... Yüzümü yıkasam mı? Yoksa uykumu açmasam, vapura kadar saklasam mı? Su da buz gibidir şimdi. Önce ılık suyla açılış yapmalı, sonra yavaş yavaş çoğaltırız maviyi. Nerede bu aptal çorabın teki? Keşke dün gece ütüleseydim gömleği…

Hava aydınlanmaya başladı. Gökyüzü yine kül rengi... Akşam yağmur yağmış, yerler ıslak. Yanıma şemsiye alsam mı? Yine yağar bu ibne… Siktir et… Sonra buna pişman olacağım ama kim taşıyacak? Zaten unuturum bir yerde kesin…

Çok soğuk. Burnumun ucu dondu. Koyu renkli montlarının içinde, asık suratlı renksiz topluluk çıkmış deliklerinden. İnsan nehri hızlı adımlarla akıyor sahiplerinin iş yerlerine. Karıncaların oluşturduğu kaynaşan yollar gibi… Onlar da bir birlerinin üzerine basa basa, daracık bir şeritte ilerlemezler mi; koca dünyada başka bir yer yok sanki... Gerçi onlar yuvalarında şimdi; şömine başında yudumluyorlardır viskilerini. Yazın çalıştı ya Pezevenkler… Biz sanki Ağustos Böceği Acaba yağmurda yuvalarına su dolmuş mudur? Yazık be dolduysa… Kıyamam masumlara…

Nehrin sonunda, denize döküleceğimiz yere geldik. Millet nasılda itiş kakış doldurmuş iskeleyi. Yer kapacaklar ya içeriden… Yazın tepelere çıkmak için yarışırsınız ama… Bencil boklar… Bırak doluşsunlar. Açılınca kapılar, çiğnesinler birbirlerini. En son girerim ben de içeri. Çayımla poğaçamı alıp, üst kattaki her zamanki yerime geçerim. Martıları yalnız bırakmam. Herkesin götü yemez bu soğukta oraya çıkmaya. Başımda berem, montumun yakalarını kaldırdım mı tamamdır işlem…

Her gün böyle nereye kadar? Bu yaşadığımız, özgür olduğumuza inandırıldığımız, sefil bir dünya aslında. Hafta sonlarını bekleyerek, yaşamak için çalışmak… 15 günlük yıllık iznin hayalini kurmak… Niçin yaşıyorsun bre? Sert Poyrazla köpüren şu kurşuni denize bir bak…

Ruhunu ayır bedeninden… Şu geçen koca yük gemilerinden birinin dümen suyuna takıl… Onlar kılavuzluk eder sana. Marmara Denizi boyunca seperasyonda ilerle, gri bulutların altında. 150 mil sonra Mehmetçik burnundasın. İşte burasıdır Türkiye’nin esas kapısı, 1915’de küstahça geçmeye kalkanların mezarı. İç deniz burada bitti, artık önünde yeni denizler... Özgürlüğü hissedeceksin Çanakkale çıkışında. Ruhuna, belki ilk defa tadacağın bir sevinç dolacak tam burada.

Midilli’yi geçince yüzünü gösterecek Güneş sana. Bu kış gününde, içini ısıtacak karanlığı yaran kutsal ışığıyla. Güney Batılı bir rota ile Yunan Adalarının arasında ilerle kıvrıla kıvrıla. Bu güzellik karşısında, Odysseus gibi direğe bağlamalısın kendini; Yoksa Sirenlere kaptırırsın sen de her şeyini. Bu geçişte Olympos’un doruklarından gözleyecekler Antik Yunan’ın emekli Tanrıları seni Belki, heyecanlı bir yunus sürüsü eşlik edecek coşkuyla sana, defne kokan Ege’nin bu mavi sularında… Ve 260 mil sonra Mora’nın ucundaki Maleas Burnunu göreceksin. Ege Denizi neredeyse bitti… Sancağına dön oradan… Mataban’ı geç… Kucaklayacak seni binlerce yıldır kültürleri birleştiren Akdeniz’in ılık suları. Hafif bir meltem okşayacak hafifçe saçlarını. Ayna gibi dümdüz mavi sular çevreleyecek etrafını. Çek içine temiz havayı… Endorfin ile dolduracak bu tek nefes damarlarını. Ve anında bir gülümseme saracak o düşmüş dudaklarını…

İyonya Denizinde Batıya doğru ilerle. Sicilya ve Malta arasından geç. İşte Bon Burnuna ulaştın! Evet, o gördüğün Kuzey Afrika kıyıları… Hissettiğin ılık esinti ise Sahra Çölünden kopup gelen Sirocco rüzgârları… Kıyı boyunca ilerlemeye devam et. Uzaklarda, Lion Körfezinde bir Mistral patlamamışsa, rahat geçeceksin burayı. Afrika bir süreliğine gözden kaybolduktan sonra karşında Endülüs’ün kıyıları… Artık iskelende Afrika, sancağında ise Avrupa kıtası... Ufukta, tam pruvanda belirense Gibraltar Kayası

1430 deniz milini arkanda bıraktın Ak. Maleas’dan beri. Tanıdık Akdeniz bitti. Artık çok uzaklarda kaldı şehrinin griliği… Belki, bir gün batımında geçeceksin Herkül SütunlarınıAtlantik Okyanusuna gömülen kızıl güneşi uğurlarken, uygarlığın ışıklarının hapsettiği binlerce yıldız ışıltılarıyla selamlayacak seni. Bu sonsuzluk karşısında dilin tutulacak, dizlerinin üzerine çökmek isteyeceksin. Ve merak edeceksin “Hangisi acaba şu meşhur Büyük Ayı?” O gördüğün parlak şey ise Venüs’tür, sanma sakın Kutup Yıldızı… Zaten Şimal da değil orası… Cebel-i Tarık boğazından çıktıktan sonra South West yap sen rotanı. Arkana al Ticaret Rüzgârlarını. O şişirdi kaç yüzyıl denizcilerin yelkenlerini. Önünde hala 3400 deniz mili… Aldanma sakın, kat etmedin daha yolun yarısını…

Maderia adasının kuzeyini yalayarak geçerken iyi bak buraya. Çünkü uzun bir süre başka kara parçası göremeyeceksin artık etrafında… Şanslıysan eğer, Ahab’ın zıpkınından kaçmış, birkaç İspermeçet uğurlar belki. En sonsa dostun martılar terk edecek seni. Sadece, pruvandan kaçan uçan balıklar olacak bir süre yanında. Masmavi bir imparatorluk saracak 360 derece çevreni. Rahat bırakmayacak, sabrını sınayan Kuzeyli Fırtınaların swelleri. Şimşek yüklü, boz bulutlarla karşılaşacaksın, gümbürtüleri kırmasın cesaretini. Hele kan rengi Dolunay yükselirken denizden koca bir tabak gibi, kaybettiğin duyguların uyanacak içinde bir yerlerde, ürpertecek bütün tüylerini. Ve için acıyla kaplanacak dünyanın bu güzelliği karşısında, yanında paylaşacak kimse olmayınca.

519 yıl önce, Kolomb’un tayfası da tam buralarda bir yerlerde isyanın eşiğine gelmişti… Aha o bir martı değil mi? Sudaki de yeşil bir dal parçası… Az kaldı… Ve işte… Kara göründü… Sen de buldun sonunda Yeni Dünyayı! Ufkundaki Puerto Rico’nun kıyıları… Mona Geçidinden in aşağı. Evet geldin… Burasıdır meşhur Karayib Denizinin tropik suları… Bir zamanlar buralardaydı altın yüklü İspanyol Kalyonları… Hemen altında yüzüyor Kaplan KöpekbalıklarıKarasakal kurbanlarına buralarda dehşet saçardı… Bu adalarda gömülüdür Korsanların hazine dolu define sandıkları… Burasıdır en güzel Rom’un anavatanı… İşte karşında resiflerin Türkuaz suları ve beyaz kumlu plajları… Buralarda bir yerlerde İspanyol kızları… Ben de buralarda bir yerlerdeyim.

Ve iyi bir çocuksan, belki sen de bir gün görebilirsin…