HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

22 Ağustos 2010 Pazar

Seyir Hikayeleri 4


LAND HO !

“Kara göründü”…

Adını, Yeni Dünya’yı ilk gören kişi olarak tarihe yazdıran, Pinta’nın gözcüsü, Rodrigo de Triana, 1492 yılının 12 Ekim’i saat 02.00 sularında böyle bağırmıştı avazı çıktığı kadar. Gemicileri isyanın eşiğinde olan Cenovalı’nın da içine su serpilmişti bu çığlıkla. Yeni bir kıta keşfettiğinin farkında olmayan Kolomb, Bahamalar’ın bir parçası olan bu küçük adaya, San Salvador adını vermiş ve İspanyol toprağı ilan etmişti.

Yaklaşık 500 küsur yıl sonra, biz de bu zevki Gibraltar’dan çıkışımızın 22.gününde, San Salvador’un yaklaşık 200 mil güney doğusunda kalan, Caicos Adalarını görerek yaşadık. Güneşli bir öğleden sonra, gölgeler yavaş yavaş uzarken, sakin bir havada, Caicos Kanalına giriş yaptık ve lanetli Atlantik geçişimizi kimseyi denize atmak zorunda kalmadan tamamladık. Aksilik çıkmadığı takdirde, Küba’daki ilk tahliye limanımız Nuevitas’a bir günde kolaylıkla aşacağımız, 300 millik bir yolumuz kalmıştı.

Daha önce de bu sularda bulunmuştum. Birçok insanın tatil hayallerini süsleyen kıyıların ev sahibi Karayib Denizi. Kartpostallarda gördüğümüz Türkuaz sular, beyaz kumlar ve denize doğru boynunu uzatmış palmiyeler. Her ne kadar arkadaşlarımca, Karayibler ismini zikredince çok şanslı görünsem de 5 ay boyunca, konteynır limanlarının tipik keşmekeşliğinden başka çok az şey görmüştüm buralarda. Buna rağmen, bir zamanlar ünlü korsanların cirit attığı bu sularda seyir yapmak, haritalarda ilerlemek ve ilersi için tatil hayalleri kurmak bile benim için çok zevkliydi.


YENİDÜNYA

Şubat ayının 3üncü günü sabah saatlerinde, gece varıp, yüksek suyu (*1) beklemek için demirlediğimiz koydan demir alarak, gelen tonton pilotun kılavuzluğunda Nuevitas limanına yanaşmak için manevraya başladık. Koyun suları çok sığ olduğundan sadece şamandıralarla markalanmış, kısıtlı bir hat içerisinde yol almamız gerekiyordu. Yani pilotun verdiği rota komutlarını, dümencinin hatasız bir şekilde uygulaması icap edecekti. Fakat manevradan hemen önce jeneratör çöktüğü için Gyro pusula (*2) devreden çıkmış ve manevra saatine kadar da toparlanamamıştı. Bu da pilotun vereceği yön değerlerini, dümenci için anlamsız kılacaktı. Pusula yoksa yönde yoktu. Alternatif olarak Manyetik pusulayı kullanabilirdik ama ne yazık ki o da gemide doğru çalışmayan cihazlarımızdan birisiydi. Normal bir manevrada bile koca gemide dümen tutabilecek güvenebileceğimiz bir gemicimiz bulunmadığından Kaptan dümene benim geçmemi istedi ve 4.kaptanı, yerime kıç manevraya gönderdi. Hiç şaşırmadım, çünkü böyle durumlarda piyango nedense hep bana vurur. Dümen tutmak en kıl olduğum işlerden biridir. Dikkat ister. Hele de böyle dar yerlerde… Kulağınız pilotta, gözünüz bir pruvada bir cayro pusulada, gemiyi verilen rotada tutmaya çalışmak, zevkli olmayan, yorucu bir iştir. Şimdi bide pusula yoktu başıma.

Karadaki alametleri kullanıp, hatasız şekilde, gemiyi pilotun istediği rotalarda tutmayı başardım ve sorunsuzca yanaşmayı gerçekleştirdik. Küçük, virane bir limandı burası. Bizim tonajda ancak tek geminin sığabileceği bir iskelesi vardı ve beton kaplamasının yer yer çatlayan yerlerinden otlar fışkırmıştı. Kötü durumda, 3 adet eski Sovyet yapısı kreyn gözüküyordu. Depolama sahasında, yanaşma manevrası sırasında uzaktan köpek sürüsü sandığım bir gurup keçi, gemiye çıkış izni bekleyen onlarca işçiye aldırış etmeden, kafalarına göre takılıyordu etrafta.


NUEVITAS

Kontrol işlemleri bitip yük hesabı yapılırken, Stewedor’dan acı bir haber aldık. Adam bize bakıp, utanmadan tahliyenin en fazla 1 gün süreceğini ve ertesi gün akşam saatlerinde geminin kalkabileceğini söylüyordu. Tam bir şok... Donduk kaldık bu cümlenin üstüne. Ayrı bir boyutta, adamı boğazlıyordum. Gerçekten o anda heriften nefret ettim. 31 gün süren, kâbus bir yolculuktan sonra, limanda sadece bir gün kalmak… Başka bir kâbus olmalıydı bu. Gözlerimden yaşlar, Japon çizgi filmlerinde ki gibi çılgınca boşalacaktı neredeyse. Haber gemide salgın hastalık gibi bir anda yayıldı ve tüm gemi personelinin morali anında yerle bir oldu. Biz bu sinir harbini yaşarken, tahliye de öğleden sonra başlamıştı.

Sadece bir gece dışarı çıkabilecektik. Hayalimizde, seferin belli olduğu günden beri kurduğumuz “Küba Gecelerini” sadece o akşam tadabilecektik. Çünkü bir sonraki tahliye limanı olan Havana’ya boşaltılacak yük çok azdı ve tahminimize göre, sadece yarım günde bitirirlerdi bizi orada ve hemen yallah derlerdi.

Kaptanın bir muhteşem izni ile daha 2.kaptanla beraber akşam dışarı çıktık. Neuvitas’ın merkezinden epeyi uzaktık ve bizi oraya götürecek bir vasıta aramaya başladık. Köy gibi bir yerdi burası. Evlerin kapılarının hepsi istisnasız açıktı. Hatta dışarıya yüksek müzik saçan açık bir kapılardan birine bar diye daldık. Şort atlet vaziyetindeki bir adam, oturduğu koltukta, yüzümüze baka kalmıştı. İki tarafta ilk şaşkınlığı atlatınca, ev sahibi ile beraber kahkahayı basmıştık. Yarım saat karanlık sokaklarda dolaştıktan sonra, mobilet tipli ufak bir motosikletin arkasında, gemiye dönen 4.kaptanla karşılaştık ve onu yürümeye mahkûm ederek, aracına el koyduk. Sürücü dâhil 3 ayı, tek silindiri ile yeri göğü inleterek bizi taşımaya çalışan, bu zavallıya binerek yola koyulduk.

Sürücü bozuk yollardan dikkatlice ilerlerken, yolu kısaltmak için girdiği benzincide, yakıt alımını henüz tamamlayan bir polis aracının yanından geçti. Arkama baktığımda, polislerin koşarak araçlarına bindiğini gördüm. Sevgili şişko sürücümüzde dikiz aynasından görmüş olacaktı ki, gazı kökledi. Sanırım bu göt kadar alete, 3 kişinin kasksız olarak binmesi burada da yasaktı. Artık çukur mukur dinlemeden, bozuk yolda Allah ne verdiyse gazlıyordu stajyer Azrail. Mübarek cihaz da anlaşılmaz bir biçimde, adeta uçuyordu. Hafif bir yokuş iniyorduk ve aletin üzerinde üçümüzün ağırlığı toplamda 250 kiloyu geçiyordu. İvmelenme inanılmazdı. Yolda o kadar çok çukur ve tümsek vardı ki, genelde hep havadaydık. Her uçuşumuzda yere temasımızın nasıl bir felaket ile sonuçlanacağını düşünüyordum. Motorun donanımı, yükümüzü nasıl çekiyordu anlamıyordum. Cenazelerimizin, Türkiye’ye mi gönderileceği yoksa Küba’ya mı gömüleceğini düşündüğüm bir sırada, ani bir frenle durduk. Tam da kelime-i şahadet getirmek için boğuşuyordum hâlbuki. Sürücü İspanyolca bir şeyler söyleyip bizi motordan neredeyse attı ve attığı gibide gazlayıp yok oldu. Para bile isteyememişti adamcağız. 10 saniye sonra da, tepesinde mavi ışıklar dönen, yeşil bir şey önümüzden son sürat geçti. Polis aracı, sirenleri eşliğinde hızla geçerken dopler etkisine de canlı olarak şahit olmanın zevkine vardık.

Kahkahalarımızı bastıramıyorduk indiğimiz yerde. Gülme komasına girmiştik. Hıçkırıklar ve kapı gıcırtısını andıran sesler çıkararak, az önce başımızdan geçen şeyi, sanki tek başımıza yaşamışız gibi birbirimize anlatmaya çalışıyorduk. Ama gülmekten ciğerlerimize hava girmediği için, pek anlamlı sesler çıkmıyordu ağzımızdan. Çevrede olaya şahit olan insanlar da bizle beraber gülüyorlardı. Geceye harika başlamıştık.

Biraz sakinleştikten sonra, hedefsiz halde bilmediğimiz kasabada, eğlenmek için mekan aramaya başladık. Daha araştırmamıza başlamamızın üzerinden bir dakika geçmemişti ki, biraz önce bizim halimize şahit olan, Kübalı iki genç kız, arkamızdan yetişerek bizi durdurdu. Bize İspanyolca bir şeyler anlatmaya başladılar. Bizde gram İspanyolca yoktu ama ağızlarından çıkan her kelime o kadar şiirsel gelmişti ki bana, kızlara sarılmak istedim o an. İngilizce olarak, anlamadığımızı söylemeye çalıştık kızlara, üstüne de içmek için yer soruyorduk. Ortada el hareketleri ile desteklenen İspanyolca ve İngilizce kelimeler uçuşuyordu. İki tarafta tek kelime anlamıyordu tabi. O sırada arkadan gelen, İngilizce bilen arkadaşları sayesinde, aynı konu hakkında, ayrı dillerde konuştuğumuzu anladık. Biz içmek için yer soruyorduk, onlarda yanlış tarafa gittiğimizi, yöneldiğimiz tarafta bir şey bulamayacağımızı anlatmaya çalışıyorlardı. Dil problemi tercümanımız tarafından çözülünce hep beraber tarif ettikleri yere doğru yürümeye başladık.

Genişçe bir parkın etrafında, içki satan küçük küçük büfecikler vardı. Onlardan birinin, beton zeminli küçük bahçesinde, yere sabitlenmiş bir masanın çevresindeki sandalyelere oturduk. Bizi oraya getiren kızları ve sonradan iyi arkadaş olacağımız, tercümanımız Raul’u da masamıza davet ettik. Kızlardan biri siyahîydi. İsmini hatırlamıyorum, Zaten sonradan yanımızdan ayrıldı. İsmini hatırlamadığım, ilerleyen saatlerde 2.Kaptanla işi ilerletecek olan başka bir arkadaşları geldi yanımıza. Beraberce komik bir sohbete başladık. Ortak dilleri olmayan insanların, birbirleri ile anlaşmaya çalışmaları gerçekten çok eğlenceli oluyordu.

Benim yanımda oturan, beyaz tenli, düzgün hatlara sahip, orta boylu, ince bir kızdı. Dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülüyordu. Işıltılar saçan kapkara gözleri vardı. Gülümsemesini hiç eksik etmediği dudaklarında, çocukken geçirdiği bir kazadan miras kalan, küçük bir yara izi vardı. Üzerine, siyah bir straples ve küçücük, dar bir kot şort giymişti. Belli etmemeye çalışarak incelemeye çalışıyordum kızı. Gerçekten tam bir Latin güzeliydi Yaquelin.

Biz sohbeti ilerletirken Parkın kenarında bulunan sahnede hareketlilik başladı. Biz de küçük gurubumuzla beraber içkilerimizi alıp, parkta ki beton bankların birine yerleştik. Zaman geçtikçe popülaritemiz de artmaya başlamıştı. Küçük bir kasabaydı ve fazla yabancı uğramıyordu sanırım buraya. Bu yüzden çektiğimiz ilgi fazlaydı. Tabi bizde fazlasıyla cömerttik. Alkol çok ucuzdu. Bir şişe Havana Club yaklaşık 5 Amerikan dolarına geliyordu. Her merhaba diyenin eline bir bardak Rom ya da bira tutuşturuyorduk hemen. Şanımız yürüsün.

Müzik başladığında etrafımıza bir sürü insan toplanmıştı. Birçoğu ile sonradan arkadaş olduk. Herkesten, sürüyle meraklı sorular alıyorduk. Sıcak insanlardı, hareketlerinde en ufak bir düşmanlık ya da art niyet yoktu kimsenin. Gece, hayatım boyunca zevk aldığım zamanlar listesinde, hızla ilk 10’a doğru koşuyordu. Hoparlörlerden yükselen kan kaynatıcı Latin ezgileri eşliğinde dans eden insanlar, güzel kızlar ve Havana Club… Cennete düşmüş gibiydim. Yaquelin tüm gece boyunca yanımdaydı. Çok güzel anlaşıyorduk. Ki aynı dili konuştuğunuz kızlarla bile anlaşmak mümkün olmaz bazen.

Gece yarısı, bu güzellikleri bırakıp, Nuevitas için normal bir ulaşım aracı olan fayton ile gemiye geri döndük. Biraz uyuduktan sonra, saat 08.00’de kalkarak, işimizin başına geçtik. Liman işçileri coşmuş bir biçimde çalışıyorlardı. Paslı yükle ilgili bir sorun da yaşamadık. Sahildeki eski görünümlü, bakımsız vinçler, koca ruloları 4er, 5er alarak, sahilde bekleyen, eski tip kamyonlardan, kasalarını traktörlerin çektiği, çeşitli araçlara hızlı bir şekilde yüklüyorlardı. Ama Stewedor’un pis kehaneti, her ne kadar hızlı çalışsalar da, tutmayacak gibi gözüküyordu. Muhtemelen sabaha karşı kalkardık buradan. Bu bir gece daha, dışarı çıkabileceğimiz anlamına geliyordu.

Hava kararırken, vardiyamı gündüz dışarı çıkan 4üncü kaptana bırakıp, hazırlanmaya başladık. Liman kapısından çıktığımızda, Yaquelin’in bizim için yolladığı, motosikletli arkadaşları tarafından alınarak, dün geceki mekâna yollandık. Bu sefer sorunsuz bir yolculuk olmuştu.

Vardığımızda, Yaquelin ve arkadaşı bekliyordu bizi. İçkilerimizi alıp, yıldızlı bir gökyüzü altında, parktaki yerimizi aldık. Yeni insanlar da vardı çevremizde. Bu gece Latin şarkıları yükselmiyordu sahneden. Kendi müziğimizi yaratıyorduk, hep beraber İspanyolca, Türkçe şarkılar söyletmeye çalışıyorduk birbirimize, yorumlamaların komikliği karşısında da gülmekten kırılıyorduk. Her şeyden soyutlanmış bu dünyada, daha önce tatmadığım bir mutluluk içerisindeydim.

Ama güzel anlar çabuk biter. Saat 2de bütün personelin gemide olması gerekiyordu. Gitmeliydik. 2 günde kaynaştığımız bu sıcak insanlarla vedalaşmak çok zor gelmişti. Ayak sürüyerek gemimize döndük.


TANRININ İNAYETİ VE KUTSAL KAZA

2nci kaptanla, kafamız bi dünya, motordan indiğimiz yerden, liman kapısına doğru, düz bir şekilde yürümeye çalışıyorduk. Ortalık çok sessizdi. Çevrede hiçbir hareketlilik yoktu. Etrafta ne bir liman işçisi, ne de bir kamyon gözüküyordu. “Yük bitti mi lan” dedik ve pergelleri olabildiğince açtık. Ama yük bitseydi hemen bizi bulurlardı, başka bir gariplik vardı ortada. Sahil kreyni bir garip duruyordu. Biraz daha dikkat kesilince, kreynin kolunun, anlam veremediğimiz bir biçimde geminin üzerine doğru uzandığını gördük. Oha! Kreyn resmen geminin üzerindeydi. Koşarak gemiye çıktık.

Kreynin mantilya teli (*3) kopmuştu ve telin tutuğu kocaman kol da, geminin üzerine düşmüştü. Normalde büyük bir kaza olabilecekken inanılmaz bir şekilde, geminin hiçbir aksamına zarar bile vermeden olmuştu bu olay ve kimsenin canı da yanmamıştı. Sadece, iskele tarafta, kolun cundası, vurduğu yerde güverte saçını biraz göçertmişti. İçeri girip, vardiyadaki 4üncü kaptandan, olayın nasıl olduğu hakkında bilgileri aldık. Kimseye bir şey olmadığı için çok şanslıydık.

Sabah, bir liman yetkilisi geldi gemiye. Diğer sahil kreynleri çalışmadığı için, teli kopan kreynin kolunu geminin üzerinden kaldırmak için, başka bir şehirden, iki vinç ve tamir ekibi geleceğini ve bunların gelişinin de anca 2 gün sonra olabileceğinden bahsediyordu. Daha cümlesine nokta koymamıştı. Adamın sesi gittikçe uzaklaşmaya başladı. Kendimi birden, yukarı doğru yükselirken buldum. Yanımda da 2nci kaptan vardı. Gökyüzündeydik, yüzümüzdeki geniş gülümsemeyle birlikte, beyaz bulutların arasında uçuyorduk. Kendime geldiğimde adama sıkıca sarıldım. Babasın...

Resmen, düşünce gücümüzle, teli kopartmıştık. Bu “Kutsal kaza” sayesinde, Nuevitas’da muhteşem bir 4 gün daha geçirecektik.

Gündüzleri, 4üncü kaptanla beraber, alış-veriş bahanesiyle dışarı çıkıyordum. Her şey güzeldi fakat kumanyamız da bitmişti artık. Dışarıdan, en azından 1 çuval un ya da 200 adet ekmek satın almam gerekiyordu. Küba’da devlet, halka un, tuz, şeker, bakliyat gibi temel ihtiyaçları karne ile dağıttığından, bu gibi şeyleri her istediğinizde, marketten sağlayamıyordunuz. 2 saatlik bir aramadan sonra, hiçbir yerde bulamadım zaten aradıklarımı. Fırınlar 200 adet ekmek vermeyi ret ediyordu çünkü sayılı üretiyorlardı. Bize istediğimiz miktarı verirlerse, haftalık dengeleri bozulacaktı. Raul’u aradım. Ben Yaquelin ile parkta otururken, O ve 4üncü elinde unu olan birini arayıp buldu. Beraberce gittik. Adam sokağın köşesinde bekliyordu bizi. Sadece 2 kişinin una bakabileceğini söyledi. Raul’la beraber, gizlice, salaş bir evin bodrumuna girdik. Bir çuvalda 40 kilo kadar un vardı. Baktım, pis ya da böcekli değildi, aldık orada unu. Sonra başka bir adam bulundu, yine gizlice evine girip, unu kontrol ettim. Bu da 30 kilo kadardı ve sorunsuzdu ama durum garipti. Evlere görünmeden girip, görünmeden çıkmaya çalışıyorduk. Önce evden biz çıkıyorduk, unlar sonra tuttuğumuz at arabasına yükleniyordu gizlice. Yeraltından unu, kokain muamelesiyle alıyorduk.

Geceleri de, 2nci kaptanla dışarıdaydık. Her akşam, yemek sonrası liman çıkışında bizi bekleyen motorlara binip, merkeze iniyorduk. Yaquelin, motordan indiğimiz yerde beni bekliyordu hep. Havana Club’ları alıp parktaki yerimizi alıyorduk. Rom, Puro, Latin Müziği eşliğinde muhteşem vakitler geçiriyorduk. Evimdeydim sanki. Yaşıyordum burada. Nefes alabiliyordum. Hiçbir şeyi özlemiyordum. Ama buda bitecekti. Tuttuğum eller, yarın avucumun içinde olmayacaktı. Baktığım gözler karşımda olmayacaktı yarın. O son gece ayrılamıyorduk oradan. O motorlara binip gemiye yollanamıyorduk. İdamımızı, hiç gelmeyecekmiş gibi uzatmaya çalışıyorduk. Sarılacaklarımıza sarıldık, öpeceklerimizi öptük ve bindiğimiz motorların arkasında dudağımız düşük limana geri döndük.

8 Şubat 2010 pazartesi günü öğleden sonra Nuevitas tahliyesi bitti.

Denizciydik ve gitmeye alışıktık biz. Pervane dönüp, ardımızda köpüklü bir iz bırakarak ilerlediğimizde bırakırdık her şeyi ayrıldığımız yerde. Ama bu sefer çok dramatik olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Adamlarıma, halatları toplamalarında yardım etmemiştim ilk defa. Son halat da güverteye alındığında, küpeşteye yaslanıp bir sigara yaktım. Limanın dışında, her gece motorlara bindiğimiz yerde bizi uğurlamak için gelenlerin el salladığını görebiliyordum hala. Boğazıma bir şey düğümlenmişti. Son bir karşılık verdim. Kalbimden bir parçayı daha bir limana bırakıyordum. Böyle bir hayata ne dayanır ki?

*1) Gün içinde oluşan gel-git’lerde, suyun yüksek zamanı.

*2) Cayro okuruz. Yönleri kusursuza yakın gösteren, elektrik ile çalışan Pusula.

*3) Bom’u tutan bir tel.

20 Ağustos 2010 Cuma

Seyir Hikayeleri 3

LANETLİ JONAH

Tam 25 gün önce buradaydık. Harap ve bitap bir vaziyette, seperasyon’un (*1) karşı şeridinden, Herkül Sütunları’na doğru giriş yapıyorduk. Şimdi yeni bir yılın içindeydik. Fakat Atlantik’de değişen bir şey yoktu. Batılı ‘swell’ler ile karşılandık ve daha ‘bismillah’ demeden gemi baş-kıç hareketine başladı.

Boğazın çıkışından, Caicos geçidine, Kaptan’ın da onayını alarak, kerte hattı (*2) bir rota çizmiştim. Büyük Daire’yi (*3) kullanmadım çünkü hem aralarında çok büyük bir mesafe farkı yoktu hem de büyük daire seyri yaptığımız takdirde Atlantik’de daha Kuzeyli enlemlere tırmanmak zorunda kalacaktık. Bu da daha kötü meteorolojik şartlara, daha fazla maruz kalmamıza neden olacaktı. Buralarda hava böyleyse, 1 derece bile yukarda nasıl olduğunu görmek istemiyordum.

Yaklaşık 250 rotası ile aşağı doğru iniyorduk. Cebel-i Tarık’dan çıkalı daha 200 mil bile olmamıştı. Öğle vardiyamın 3üncü saatine giriyordum. Çay saati gelmişti. Kamarot çayımı ve yanında bisküvi getirdi. İşte buna sevinmiştim. Gemide beni en sevindiren şeylerden biridir çay saatinde börek ya da bisküvi çıkması. İşlerimi bir kenara bırakıp, pencerenin önüne yerleştim ve bir sigara yaktım. Sakin sakin pruvayı seyredip, çayımı yudumlarken köprüüstündeki telefon çaldı. İskenderun limanında gemiye katılan Çarkçı başıydı hattın diğer ucundaki. Çevrede demirleyecek müsait bir yer olup olmadığını soruyordu bana! Neredeyse ağzımdakileri püskürtecektim soruyu idrak edince. “Yuh” dedim mına koyim, daha neler… Okyanustaydık ve altımızda en az 2000 m su vardı ve en yakın kara parçası da bize 1 gün uzaklıktaydı. Yoktu tabi böyle bir ihtimal. Uygun bir dille izah ettim. O zaman hemen stop etmemiz gerektiğini söyledi.Kaptan’a haber verdim.

Ve durduk...

Gibraltar’dan ucuz diye aldıkları yakıt tırt çıkmıştı. Kalitesiz fuel oil de enjektör memelerinde soruna sebep olmuştu. Bu, silindirlere pompalanan yakıtın, optimum şekilde atomize olup, yanma odasına dağılmasını sağlayan bir parçaydı. Yani, evde çiçeklerin yapraklarına su püskürttüğümüz, “fıs fıs” dediğimiz alet gibi iş görürdü ve bizimkiler püskürtme yerine işemeye başlamıştı. Bu şekilde yola devam etmek imkânsızdı. Sökülmeleri ve yerine yenilerinin takılmaları gerekecekti. Fakat elimizde de yedeklerinin olmadığını öğrendik. Bu çıldırtıcı bir şeydi. Uzak yola gidiyorduk. Bu gibi parçaların yedeklerinin mutlaka gemide olması gerekiyordu. Ama bizimkiler, limanda bu parçaları yeniledikleri için, yedek bulundurmaya gerek duymamışlardı sanırım. Çarkçıbaşı, söktüğü parçaları temizleyip, alıştırarak tekrar monte etmeyi deneyeceğini söyledi ve makine personeli ile hemen işe girişti.

Beklemekten başka çaremiz yoktu. Kumanda altında olmadığımızı belirten iki siyah küreyi(*4) grandiye (*5) çektik ve kendimizi denizlerin insafına bıraktık. Geminin üzerinde yol olmadığından, swell ve dalgalara hemen borda verdik. Buda bizi çok daha fazla yalpaya düşürmeye başladı. Hacı yatmaz gibi sallana sallana kuzey-doğuya doğru saatte 2 mille sürüklenmeye başladık.

Makinecilerin işleri neredeyse 12 saat sürmüştü. Pervane ancak gece 12-4 vardiyamın son saatine girilirken tekrar dönmeye başladı. Kaptanla sohbet ederken, Çarkçıbaşı yağ ve ter içinde girdi köprüüstüne. Sorunu hallettiklerini söyledi. Sevindik tabi, tekrar yol altında olmak güzeldi. Durduğumuz zamandan, makine çalışıp, gemiyi rotaya tekrar soktuğumuz ana kadar, yaklaşık 25 mil kuzeye sürüklenmiştik. Bu toplamda yaklaşık 14 saatlik bir kayıp olacaktı bizim için. ETA’mızı(*6) çok etkilemeyecek bir gecikme sayılırdı. Saat 05.00’e yaklaşırken kamarama giderek uyudum.

Kalktığımda hava daha da kötüleşmişti. Öğle yemeğimi yiyip, köprüüstüne çıktımda, tornanın düşürülmüş olduğunu gördüm. Yine başlamıştık. Geçen seferi hatırladım. Tüylerim ürperdi. Daha Maderia’yı (*7) bile bordalamamıştık, yani neredeyse hala Avrupa’daydık. Hava düzelmezse, bu yolculuk kâbusa dönebilirdi. Bunları düşünürken, ana makine tekrar stop etti. Enjektörler yine su koyuvermişti. Aklımıza gelen başımıza geliyordu.

Bu sefer, denizlerin etkisi daha vurucu oldu. Atlantik bizi dövmekten bıkmıyordu. Yürümekte de zorlanıyorduk artık. Gökyüzü, boz bulutlarla sarmalanmıştı, rüzgâr kuvvetli esiyor, köpürerek kırılan dalgalar bordada patlayarak güverteye giriyor, ambarların üzerinden aşıp diğer taraftan denize dökülüyordu. Şimdi bir de yük için endişelenmeye başlamıştık.

Bu şekilde yarım gün sürüklendikten sonra, makineciler tekrar, makineyi çalıştırmayı başardı ve pruva tekrar rotaya girdi. Hava yüzünden düşük tornayla ilerliyorduk. Ayrılan çarkçıbaşı, tornayı düşürdüğünde, yakıtı değiştiriyor ve dizelle devam ediyordu. Ama yeni çarkçıbaşımız dizele kıyamadığından, fuel oil ile devam etmekte ısrarcıydı. Bu ısrarcılık yüzünden de enjektör memeleri en az 2 günde bir sorun çıkarıyordu. Her duruşumuzda da günde ortalama 12 saate yakın, enjektörlerin sökülüp, alıştırılarak tekrar takılmalarını bekliyorduk. Gibraltar’dan ayrılışımızın 7. gününe girerken bu olay artık bizim için rutin hale gelmeye başlamıştı. Çıkıştan, yaklaşık 600 mil uzaklıkta olan Maderia Adalarını, neredeyse yeni ardımızda bırakmıştık. Resmen, lanetlenmiş gibi ilerleyemiyorduk. Gibraltar, Nuevitas arasındaki mesafenin 1/6’sını bir haftada ancak alabilmiştik.

Bulunduğumuz enlemde ‘Hâkim Batı Rüzgârları’ etkiliydi. Rüzgârlar ve önüne kattığı denizler hep batı veya güney-batıdan geliyordu. Yani hep kafadan ya da sancak baş omuzluktan alıyorduk dalgaları, bu da baş-kıç yapmamıza neden oluyor ve makinenin tornasının düşürülmesine sebep oluyordu. Bu alandan kurtulmamız gerekiyordu. Biran önce rotayı güneye çevirerek, At Enlemleri’ni aşmalıydık ve Alizelerin estiği bölgeye inmeliydik. Böylece, Ticaret rüzgârlarını, kıç tarafımızdan alıp, tam yola geçebilirdik. Bence iyi bir plandı. Kaptan da bu öneriyi kabul etti ve ilerlemekte güçlük çektiğimiz, mevcut rotamızdan çıkarak, güney-güney batıya doğru inmeye başladık. 30 derece kuzey enlemini bulduğumuzda, rotamızı Caicos geçidine tekrar döndürecektik.

450–500 mil kadar bu rotada ilerledik. Bu neredeyse, Karadeniz’in bir uçtan diğer uca mesafesiydi. Enjektör sorunu devam ediyordu ama artık durup, sürüklenme süremiz, Çarkçıbaşı bu konuda uzmanlaştığı için 3te 1 azalmıştı. 30 derece enlemini de geçmiştik, fakat rüzgârların yönünde ve şiddetinde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Kuzey yarı küre kış mevsiminin ortasındaydı ve bu yüzden de Alize kuşağı 25 derece enlemine kadar gerilemişti. Rotayı biraz güney batı’ya yaklaştırarak yola devam ettik.

Ticaret Rüzgârlarını 26 derece enleminde bulduk. Sweller hala kuzey batı yönlüydü ama yumuşuyorlardı artık. Rüzgâr da kıç tarafımıza geçtiğinden, denizler lehimize dönmeye başlamıştı. Artık tam yolla ilerleyebiliyorduk. Hava da açılmıştı, boz bulutlar dağılmış, yerini mavi bir gökyüzüne ve tüy bulutlara bırakmıştı. Enjektörlerde sorun devam ediyordu ama artık durduğumuzda çok sallanmıyorduk. Yeni bir sorun belirmişti ufukta. Sefer, makine arızaları yüzünden, planlanan zamanın çok ötesine geçmişti. Taze sebze ve meyveleri çoktan tüketmiştik. Uzun zamandır, et, kuru bakliyat ve hamur işi yiyorduk ama onların da bir sınırı vardı. Yolculuk, bundan sonra başka bir aksaklığı kaldıracak durumda değildi.

Bir diğer baş ağrısı da, hava düzeldiği zaman, yükü kontrol etmek için, ambar kapaklarını açtığımızda yaşandı. 2 numaralı ambarın üst tarafındaki yüklerin tamamı, yüzeysel atmosferik pas içindeydi. Görüntü korkunçtu. Yükün üst kısmı tamamen kahverengiydi. Yüklerin üzerindeki pas yetmezmiş gibi, çok da pis kokuyordu. 2. kaptan bu duruma çok üzülmüştü. Tahliye sırasında büyük problemler yaşayabilirdik. Hemen adamları ambara indirerek, fırçalama işine başladık. Limana vardığımızda, yükün üzerinde pastan çok az iz kalacaktı




*1) Genelde, sıklıkla kullanılan rotalarda, dar geçitlerde, boğazlarda veya sahillere yakın bölgelerde ki gemi trafiğini düzenlemek amacı ile oluşturulan, harita üzerinde işaretlenmiş, kullanması zorunlu, gidiş-geliş rota şeritleri.
*2) Marcator haritalarında, iki nokta arasında boylamları aynı açı ile kesen düz çizgi.
*3) Pihuu… Bir küre üzerinde, iki nokta arasındaki en kısa mesafe bu iki noktadan geçen bir büyük daire yayıdır. Bunu anlatan koca kitaplar var, buraya anca bu kadar.
*4) Bunun gibi bazı durumlarda, her durum için ayrı gündüz işaretleri çekilir. Dürbünle sizi izleyen seyir halindeki diğer tekneler ne gibi bir bokun içinde olduğunuzu anlar ve ona göre hareket ederek, sizden neta olurlar. Gece de ışıklı versiyonlarını kullanırız. İki kürenin gece hali üst üste, her yönden görülebilen iki kırmızı fenerdir
*5) Geminin direklerinden biridir. Tam armalı yelkenli gemilerde baştan itibaren direkler; pruva, grandi, mizana ve kontra mizana olarak sıralanır. Günümüz ticari gemilerinde de genellikle miyar güvertenin üzerinde bulunan, geminin en yüksek direğidir. Bu direğin serenlerinde genellikle radar antenleri, haberleşme cihazlarının antenleri, silyon feneri ve bayraklar bulunur.
*6) Estimated Time of Arrival, tahmini varış zamanı kısaltkası
*7) Portekiz’e ait, özerk bir ada devleti.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Seyir Hikayeleri 2


TÜRKİYE GÜNLERİ

25 Aralık günü birçok ülkede insanlar, akşamki Noel yemeğine hazırlık yaparken, biz İskenderun’daki Sarıseki iskelesine yanaşıyorduk. Borda merdiveni sahile değer değmez curcuna da hemen başladı. Yaklaşık 7 personel gemiden ayrılacaktı ve 10 kişi de katılacaktı. Gidenlerin çıkış ve yeni katılanların giriş işlemlerini bitirdiğimde saat gece yarısına yaklaşmıştı. İşleri daha erken bitirip, dışarıda yemek yeme hayalleri kurduğumdan, aşçının akşam yemeğine dokunmamıştım, dolayısıylada açtım. Şirketten gelenlerin kiraladıkları arabayı alıp, 2. kaptanla beraber, bir şeyler yeme umudu ile İskenderun’a indik. Fakat şehir ölüydü. Açık bulabildiğimiz tek adam gibi yer Madoydu. Biraz börek yiyip gemiye döndük. Ertesi gün de uzun Küba seferi için gerekli kişisel ikmalimizi yaparak İskenderun defterini kapattık ve tahliyenin bitmesini beklemeye başladık.

Yükün tahliyesi 2 gün içinde bitti ve boş bir şekilde yükleme limanımız Nemrut’a doğru seyre başladık.

Türkiye’de, gidilecek en boktan limanlardan biridir Nemrut. İzmir ilinde, Aliağa’nın bitişiğinde bir koya kurulmuş, çeşitli şirketlere ait iskelelerden oluşan bir liman. O kadar sapa bir yere kurmuşlar ki limanı, kamyon harici ana yola çıkmak için çok ter dökmeniz gerekir. Limanda da ne free shop vardır ne bir market. Kısacası bok gibi bir yerdir.

İşte, yeni yıla girişimiz bu limanda olacaktı.

Türk limanındaydık, memleketi yakın şehirlerde olan vatandaşlar hemen evlerine gitti. Ulaşım güçlüklerine göğüs gerecek cesareti olan birkaç şaşkaloz da Aliağa’ya indiler. Gemide, vardiyası olanlar hariç pek kimse kalmamıştı. Üç kişi, florasanlların beyaz ışığı ile aydınlanan Zabitan salonunda, fakir bir Rakı sofrası kurduk. Uydu anteni bozulduğu için televizyonumuza iptidai bir anten uydurarak aptal yılbaşı programlarını cızırtılı olarak seyretmeye başladık.

Yalnız geçen bir yılbaşı daha… 1997 senesinde de yılbaşını bu limanda geçirmiştim. O zaman daha bir stajyerdim ve evden uzakta geçirdiğim ilk yılbaşım idi. Bu tür özel ilan edilmiş günleri pek önemsemem, fakat yinede biraz içim buruldu. Sevdiğim insanlardan yine uzaklardaydım. Dünya, Güneş etrafındaki bir yıllık turunu milyonlarca yıldır yaptığı gibi yine tamamlarken, zabitan salonunun soluk atmosferinde, hüzünlü düşüncelere dalmıştım.

Ne acıdır ki bu güne rağmen liman aralıksız çalışıyordu. Yılbaşı sofralarında, Sahipler, ilik dolu şiş göbeklerini rahatsız eden kemerlerini gevşetirken, Nemrut Limanına, uzaklarda bir yerlerde patlayan binlerce liralık havai fişeklerin, ne ışıkları ne de sesleri yansıyordu. Kamyonlar, vinçler, forkliftler ve liman işçileri… Rulo demir telleri, teker teker yüklenmeye devam ediyordu. Bu yüzden, bize de rahat yoktu. Sabaha kadar vardiyada kalacaktım.

Sıkıcı bir 3 günden sonra buradaki yükleme de nihayet sona erdi. 7000 ton tel demir rulosu ile yüklenmiş vaziyette 3 Ocak gecesi bardaktan boşanırcasına bir yağmur ve kuvvetli rüzgâr eşliğinde kalkış manevrasına başladık. Hava çok kötüydü. Koyun içerisine kadar giren koca dalgalar, kalkışımıza yardım edecek römorkörleri bir yukarı kaldırıyor bir aşağı indiriyor ve aşırı yalpaya maruz kalmalarına yol açıyordu. Baş posta çoktan römorköre halat vermişti fakat kıç taraftaki Römorkörün kaptanı halat almak için gemiye yanaşmaya çekiniyordu çünkü her denemesinde bir dalga römorkörü kaldırıp, neredeyse bulunduğumuz yerin üzerine kadar çıkarıyordu. Yarım saat uğraştıktan sonra zar zor iki tane halat vermeyi başardık ve eşitleyip babaya volta edebildik. Normal bir havada tek bir halat yeterli olurdu, fakat bu aşırı deniz şartlarında iki halat bile emniyetsizdi. Geminin yanaşma pozisyonu sebebi ile liman çıkışı arkamızdaydı ve kıç taraftaki, su üstünde kendisine bile güçlükle hâkim olan römorkör tarafından çekilecektik. Tüm yük verdiğimiz bu iki halata binecekti. Halatlar patlayabilirdi. Biri yaralanabilirdi. Ana makineye yol verene kadar da sahile toslayabilir ya da sürüklenip diğer gemilerin üstüne çıkabilirdik. Bu kötü bir ihtimaldi tabi. Beni geren diğer şey de römorkörün, halatı mola edeceği zamandı. Çünkü iki halat da biz onları güverteye alana kadar su üzerinde yüzecekti. Muhtemelen römork, halatları bıraktıktan kısa bir süre sonra Kaptan ana makineye yol vermek isteyecekti. Halatları zamanında içeri alamazsak, pervaneye dolanma riski vardı, bu da felaketin adıydı. Böylece ilk ihtimalin sonuçlarına ek olarak pervaneyi de elimize alabilirdik.

Kaptanın telsizden yükselen, “Kıç taraf, tüm halatlar mola!” komutu ile sahilde kalan son spring halatını da mola edip, güverteye aldık. Römorkörler bindirmeye başladı. İskeleden yavaşça avara olurken, çatırdayan halatlardan olabildiğince neta durduk. 2 gemicimle beraber, çıldırmış sağanak altında römorkörü gözlüyorduk. Gemi yüklü olduğundan freeboard(*1) iyice alçalmıştı. Bu yüzden kıç tarafta patlayan dalgalardan nasibimizi azami şekilde alıyorduk. Her dalgada kıç güverte sular altında kalıyordu. Manevra için gerçekten harika bir geceydi…

Şiddetli rüzgâr, sağanak yağmur, kocaman dalgalar… Genelde dünyanın her yerinde bu gibi hava koşullarında, bütün giriş-çıkışlar havanın, pilotaj hizmetini sağlıklı bir şekilde tekrar verilebilecek duruma gelesiye kadar askıya alınır. Ne römorkör kaptanları, ne kılavuz kaptanlar bu hava şartlarında çalışmazlar. Gemiyi kaldırmak için bize gelen kılavuz kaptan da gemiye çıkmış ama Kaptanla konuşup, “Bu havada manevradan sonra inmem zor olur” diyerek, gemiden inip, kıyıdan yardım etmeyi teklif etmişti. Kaptan da kalkışı ertelemeyerek bu öneriyi kabul etmişti. Bu yaptığı cesaretimiydi yoksa basiret bağlanması mı bilemiyorum ama çoğu Kaptan bunu, gemi ve personel güvenliği sebebiyle kabul etmezdi.

Şansımız vardı ki, o gece halatlar patlamadı ve römorkör, halatları mola ettiğinde, iki halatı da insanüstü bir güçle, hızla kıç güverteye alabildik. Ana makine sorunsuzca çalıştı ve pervane dönmeye başladı. Derin bir oh çektik. Adamlarımla beraber kıç üstünü neta edip, başarılı geçen her manevradan sonra yaptığım gibi bir sigara yaktım. Sırılsıklamdım ve vücudumdaki kasların çoğu ağrıyordu. Yumuşak yastığım ve yorganım gözümde tütüyordu. Duş aldıktan sonra, hafif bir müzik açıp keyifle uyumak için neler vermezdim. Ama 1 saat sonra vardiyam başlayacaktı. Hayallerime en azından 5 saat kavuşamayacaktım. Sigaramın koru izmarite yaklaşırken, puntellere (*2) dayanıp karanlıklar içerisindeki Ege’yi seyretmeye başladım. En sonunda 5471 deniz millik Küba seferimiz başlamıştı.


AKDENİZ ETABI

Her şey yolunda giderse, 19 gün içinde, Küba kıyılarını ufukta görebilecektik. Fakat daha yola çıkar çıkmaz makinede oluşan bir sorun sebebi ile Çeşme açıklarına demirlemek zorunda kaldık. Neyse ki ortaya çıkan aksaklık, kısa bir süre içerisinde giderildi ve tekrardan yol almaya başladık.

Akdeniz de hava güzeldi. Güneş her gün yüzünü gösteriyor, ılımlı rüzgârlar denizi kızdırmadan, sadece okşuyordu. Hava raporları da gayet güzeldi. Gemi, sakin suları beyaz köpüklere boyayarak, rotasında sorunsuzca ilerliyordu. Vardiyalarımdan sonra her fırsatta gün batımını seyretmek için baş kasaraya (*3) gidiyordum. Geminin en sakin yeriydi burası. Ana makinenin ve bacanın sesi buraya kadar ulaşmıyordu. Sadece baş bodoslamanın önünde dans eden dalgaların huzur verici sesi duyuluyordu. Deniz kıyısındaymış gibi hissediyordum kendimi burada. Zaman zaman neşeyle geminin bulbı (*4) ile yarışan Yunuslar da katılıyordu tek sigaralık keyfime. Bu şekilde sorunsuzca Ege’yi, İyon denizini ve Kuzey Afrika kıyılarını geçip, yola çıkışımızın yedinci gününde yakıt ve su ikmali yapacağımız Gibraltar’a ulaşarak yolculuğumuzun Akdeniz etabını da bitirmiş olduk.

Nedense, Gibraltar’ı çok severim. Pek matah bir yer değildir aslında. Yaklaşık 7 km2’lik küçücük bir yarımadanın üzerinde, Gibraltar Kayasının batı kıyısına kurulmuş bir şehirdir. 15 yıl süren, İspanya Veraset Savaşı sırasında, birleşik İngiliz-Hollanda kuvvetlerince, 1704 yılında işgal edilmiş ve 1713 Utrecht Antlaşması ile İspanya, Gibraltar’ı Büyük Britanya bırakmak zorunda kalmıştı. Akdeniz’in girişinde, Cebeli-Tarık boğazına tepeden bakan konumu sayesinde, yıllarca stratejik değerini korumuş ve İngilizlerin en önemli Donanma üslerinden biri olmuştu. Günümüzde de Britanya’nın deniz aşırı toprağıdır ve Akdeniz’in en işlek ikmal merkezlerinden biridir.

Biz de Gibraltar’dan, toplamda 400 ton fuel oil ve diesel oil ikmali yapıp, su almak için koyun karşı kıyısında ki bir İspanyol şehri olan Algericas’a geçtik. Burada da su tanklarımızı doldurup 10 Ocak Pazar günü, Cebel-i Tarık boğazından bir kez daha çıkış yaparak, Atlantik’e açıldık.


*1) Geminin güvertesi ile yüzdüğü su hattı arasında kalan mesafeyi ifade eder.
*2) Gemilerde metalden yapılan korkuluklar.
*3) Bazı gemilerin baş ve kıç tarafında, asıl güverteden yüksek olan kısa güverteler.
*4) Gemilerin baş bodoslamalarının su içindeki kısmında bulunan şişkinlik. Yumru yada soğan da denir.