HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

26 Eylül 2010 Pazar

Tom Amca'nın Kulübesi

24 Eylül saat 03:15'de Atatürk Hava Limanından girdim üç silahşörlerle beraber. Günüm sabah 8'de başlamıştı ve daha uzun sürecekti. Bilet işlemlerini bitirip vedalaştım beni oraya kadar getiren arkadaşlarımla. Pasaport işlemlerimi bitirip diğer tarafa geçtiğimde artık yalnızdım. Gözden kaybolmadan önce son bir kez el salladım geriye doğru. Alitalia'nın Roma'ya gidecek AZ703 sefer sayılı uçağı tam vaktinde havalanırken, Teachers'daki son veda gecesini düşünüyordum hüzünle karışık duygularla. Ayrılıklar bazen diğerlerinden daha zor olur. Bu ayrılık daha da bir zor olmuştu benim için. Her şeyimi zamanın yıpratıcı kollarına bırakıyordum bir kez daha.

2 buçuk saat sonra İtalyan pilot çakılırcasına indi Roma'ya. Kokpite oturup bir uçağı kaldırıp, indiremem belki, ama o kadar çok uçtum ki bu bokun nasıl yapılıp, yapılmayacağını biliyordum az çok. Ama ne zaman Alitalia ile uçsam, Tanrıya daha bir yaklaşırım. İnemiyor adamlar. Pistin üstüne gelip, taş gibi düşüyorlar sanki.

Uçaktan inip otobüslerle hava limanına taşındık. Nasıl yer anlamadım. Şehir içindeydik sanki. Uçaktan, girişe kadar en fazla 200m yolu 15 dakikada aldık. Apronda resmen trafik vardı. Polisler düzenlemeye çalışıyordu bu karmaşayı, sen geç sen dur falan. Sonunda vardık kapıya ve inip küfür ede ede yürümeye başladım. Transit yolcuların arama noktasına vardığımda ise Miami uçağına yetişebilir miyim endişesi kapladı biranda içimi. En az 4 uçağın yolcusu, 5 tane manyetik güvenlik kapısının önünde, neredeyse ilerlemeyen upuzun bir kuyruk oluşturmuştu. Her yolcu zaten uçağa bindikleri yerde en az 2 kere aranmıştı, daha ne arıyorsunuz insanları anlamadım. Tam 1 saat o kuyrukta sıra bana gelmedi. Artık zincirleme küfür tamlamalarına geçmiştim.

Aramayı atlattıktan sonra Miami uçağına yetişmek için 20 dakikam kalmıştı. Koca hava alanında koştura koştura zamanında kapıya ulaşıp, uçağa bindim. Ama uçak zamanında kalkmadı. Tuvalete girmediğim için kendime küfürler yağdırdım çünkü uçak tuvaletlerine girmeyi hiç sevmiyordum.

2 saat rötar ile havalandık. Bu benim için kötü olmuştu çünkü Miamiye indiğimizde diğer uçağa yetişmek için sadece 3 saatim olacaktı. Daha önceki deneyimlerimden bunun yeterli olmayacağını biliyordum çünkü geçen sefer sadece pasaport kontrolden 2 saatte çıkamamıştım.

Yerel saatle Amerika'ya 15:20' de indik. Pasaport kontrolden hiç zorlanmadan geçtim. İnanamadım. "Obama yüzünden mi acaba?" diye saçma sapan teoriler ile kafamı meşgul ederek Chek-in yaptırmak için American Airlines'in masalarına doğru yolculuğuma başladım. G bölümünü arıyordum ama hava alanı çok büyüktü. Yürüyen yolları kullanıp 20 dakikada anca vardım. Her geçen dakika uzun geliyordu bana çünkü her şeyi halledip uçağa binmeden önce free shop'dan alış veriş yapmak istiyordum. Gel görki American Airlines gişeleri benim acelemin hiç farkında değildi. Sadece 2 memur vardı ve yavaşlıkları yüzünden gittikçe uzayan bir kuyrukla ilgileniyordu. Önümde sadece 2 kişi olmasına rağmen, sıra bana 20 dakika sonra anca gelebildi.

Bileti alıp hemen arama kuyruğuna girdim. Geçen sefer çok uzun zaman almıştı bu işlem. Ama bu sefer hızlı gelişti herşey. "Evet, evet kesinlikle Obama etkisi bu" dedim. Aramadan geçip Free Shop'a daldım.Ama bir şey alamadım. 1 saat önceden kesiyorlarmış satışı ve benim uçağımın kalkmasına 30 dakika kalmışmış. Bunu kasada parayı uzatırken söylüyorlar tabi... Aferin, 20 dakikamı yediniz durup dururken. Daha önceden bilseydim uçağa yetişmek için yusuflamazdım boşuna. Etrafıma bakınmaya başladım. G11 kapısını bulmam gerekiyordu ama ben G35'e yakındım. Eyvahlar olsun! Çok uzak... Tam panik başlayacakken bir tabela gördüm. Skytrain... Ne olaki? Bavullarımı kucaklayıp merdivenleri uçarcasına çıktım. Yukarı ulaştığımda tabiki ağzımdan solumuyordum artık havayı. Ulaşmak istediğim kapıya gidecek treni beklemeye başladım. Sakata gelmemek için etrafı gözlüyordum. Allahtan adamlar her şeyi basitleştirmiş. Yanlış kapıya gidecek trene binmek büyük gayret ister. Bu arada açılan bir kapıdan 150lik bir sürü Japon çıktı dışarı. Aa... Asansör varmış... Kendi kendime söylenirken tren geldi. Hemen ona atladım ve sevgili uçağıma gecikmeden vardım. Uçağa girince az daha kopacaktım. Uçak dolusu zenci vardı içeride ve tek soluk benizli bendim. Gülme krizini bastırmaya çalışıp yerime oturdum. Uçak da rötar yapmadan kalktı. Fakat hava çok kötüydü, kara bulutlar, yağmur, şimşek... İster istemez insanın götü 3,5 atıyor. "Uçak Kazası Raporu" belgeselinde, AA1049 sefer sayılı uçuşun hikayesinin parçası olmayı hiç istemiyordum.

Yol boyunca uyudum. Sadece baba bir türbülansda kelime-i şahadet getirmek için uyandım onu hatırlıyorum. Kalkıştan 1 saat 40 dakika sonra da, Amerikalı pilot mükemmel bir iniş yaptı. Algılarımın tam kapasite çalışmasına rağmen tekerleğin piste değiş anını algılayamadım bile. Sevindirik oldum hemen. Başka bir boyutta koltuğumdan kalkmış büyük bir gülümsemeyle alkışlıyordum pilotu. Aynı gülümsemeyle yanımdaki zenciye dönüp "Amerikalı abi işte Top Gun bunlar" demek istedim.

Pasaport ve gümrük kontrolünden sonra Jamaica'nın sıcak ve nemli akşamında havaalanından dışarı adımımı attım. Yerel saat 19:30'du. Hala 24 Eylül'deydim. Türkiye ise 25 Eylül 03:30 saatlerini yaşıyordu. Atatürk Havalimanından içeri adım atalı tam 24 saat olmuştu. Dışarıda beni karşılayacak elemanı göremedim. Bir banka oturup, az eşya olan bir valizimi diğerine ekleyip yükümü sayı olarak azaltım. İşim bittiğinde Yaşlı bir zenci amcanın elinde "Palencia" yazılı bir kağıt tutuğunu gördüm. Bizim şirketin gemilerinden birinin adıydı bu. Benim katılacağım geminin adı ise Paradero'ydu. Her halde karışıklık olmuş diyerek adama kendimi tanıttım. Minivan'a bavulları yükleyip yola koyulduk. Yolda amca telefonu bana uzattı. Nicko denilen adam arıyordu. Bizim şirketin Jamaica sorumlusuydu. Hoşgeldin beş gittin dedikten sonra geminin demirde olduğunu söyledi ve elektirik arızasınından bahsetti ve bir elektirikçi ile gemiye gideceğimi söyledi. "İyi" dedim ben de. Dediklerini çok anlamamıştım açıkçası.

Botun kalkacağı yerde bir elektirikçi karşıladı beni. İngilizce olarak bir arızadan bahsediyordu. Kağıtlar çıkardı arızayla ilgili. İçimden "böyle bir İngilizceyi sadece biz konuşuruz" dedim. Adama baktım "Birader Türk'müsün?" dedim. "Evet" dedi. Adamla tanıştık ama adam hala elektirik arızasından bahsediyordu. Gemi Tuzla yapımıymış her şey baştan sağma yapılmış falan derken "dur" dedim. Çünkü benim katılacağım geminin Alman yapısı olduğunu biliyordum. "Gemide kaptan kim" dedim. Adam bilmediğim birinin ismini söyledi. "Geminin adı ne" dedim. "Palencia" dedi. Dedim bir yanlışlık olmasın? Ben Paradero'ya katılacaktım. O da "sen 2. mühendis değil misin?" diye bir soru sordu. "Yok" dedim "ben 2 zabitim"... Adam beni birakan minivana doğru koşmaya başladı durdurmak için. Meğer Almanyadan bir elektirikçi gelecekmiş bu elektirik sorununu çözmek için. O da onu bekliyormuş. Ortalık karıştı tabi. Zavallı Almancık herhalde hala havaalanındaydı. Telefon görüşmelerinden sonra durum daha iyi anlaşılıp organize edildi. Meğer beni o gece beklemiyormuş danalar. Ve o herifi havaalanında görmesem Almanın durumunda ben olacaktım. Geminin Pazar günü geleceğini ve beni otele yerleştireceklerini söylediler. İçimden derin bir oh çektim. Bu yorgunlukla bana bundan daha iyi bir haber verilemezdi sanırım.

Abartısız bütün gün uyudum. Bir tek kahvaltıya inip geldim. Sonra biraz internete girip bütün cumartesini geçireceğim yatağıma geri döndüm. Gemiye katılışların ilk günleri hep zor olur. Alışana kadar insan kendini daha bir yalnız hisseder. Alışınca sabır çarkları işlemeye başlayacak elbette ama şimdi duruyorlar. Bir tek o koku sakinleştiriyor içimdeki çalkantıyı.

23 Eylül 2010 Perşembe

DESPEDIDA


GİTMELER VE GELMELER

Bazen monotonluk boğar insanı, kaçmak ister bulunduğu yerden, arkasına bakmadan, çığlık ata ata... Ama çoğunun gideceği bir yer yoktur yada arkada bıraktığı çoktur, cesaret edemez. Ben giderim... Üstün cesaretimden değil belki, gitmek istesem de istemesem de giderim, işim bu ... Yeni ülkeler, yeni insanlar, yeni denizler, yeni maceralar. Bazen sıkıcı, bazen kalp durduracak kadar heyecanlı, zaman zaman mide bulandırıcı ama her daim yorucu ve ruh yıpratıcı...

Seyirdeyken zaman da boldur düşünmek için. Mola verdiğin kara hayatında yaşananlar, yaşanabilecekler ve bıraktıklarınla doldurur kafatasının içi. Boş bırakmamaya çalışırım kendimi, yemek istemiyorsan, çalışıp oyalamak gerekir kafayı.

Ama sonra geri dönerim kaçtığım yerin monotonluğunu özleyerek... İstediğim zaman istediğim şeyi yemenin, istediğim zaman ayaklarımı uzatıp televizyon seyretmenin, kapıyı açtığımda toprağa basmanın değerini özleyerek dönerim. Hayatı kaçırdığımı düşünüp boşuna üzülmüş olduğumun farkına varırım her döndüğümde. Giden gitmiştir, kalan kalmıştır belki ama hayat genel olarak fazla değişmeden akmıştır yokluğumda ve arkadaşlarım sayesinde, uzun bir reklam arası verdiğim hayatıma kolayca uyum sağlarım her defasında.

Ciao...





2 Eylül 2010 Perşembe

Seyir Hikayeleri 5

LA HABANA

Nuevitas’dan kalkışımızın ikinci gününde akşamüstü Havana’ya ulaştık. Uzun giriş işlemlerinin ardından, kalabalık bir “Gümrük Ordusu”, gemiyi çok sıkı bir şekilde baştan aşağıya aradı. Bulmalarını istemediğimiz hiçbir şeyi bulamadılar ama işleri çok uzun sürdü ve bizi yordu. Akabinde, liman işçileri gecikmeden gemiye doluşmaya başladı. Stewedor ile konuşup, karşılıklı bilgi alış verişi yaptık. Tahmin ettiğimiz gibi tahliye 1 günden kısa bir sürede tamamlanacaktı. Nuevitas’da ki gibi bir mucize yaşamamız da biraz zordu çünkü bu limandaki vinçler gayet modern ve bakımlı gözüküyorlardı.

İlk rulolar ambardan çıkartılmaya başlandığında Kaptanla beraber dışarı çıktık. Günün sona ermesine 1 saate yakın bir süre kalmıştı. Ne fazla vaktimiz vardı, ne de enerjimiz kalmıştı. Çok dolaşmadan, o saatte hala açık olan bir restoran bulup oturduk ve sipariş ettiğimiz leziz deniz mahsullerini mideye indirdik. Yemek sonrasında birkaç Mojito içip, yeni günün erken saatlerinde geminin yolunu tuttuk. Bu kısa sürelik tur sırasında bile gördüğüm şeyler çok hoşuma gitmişti. Bu sokaklarda doya doya dolaşamayacağım düşüncesi beni gerçekten üzüyordu.

Yanaşmamızın ertesi günü öğle vakitlerinde ambarlarımızda kalan son yükler de boşaltılmıştı.

Ama kalkmadık…

Armatör, mevcut makine arızasının giderilmesi için, İstanbul’dan, Şirketin makine enspektörü ile beraber bir tamir ekibi yollamış ve de limanda onarım bitene kadar kalmak için izin almıştı. Yani “Küba Mucizesi” devam ediyordu. Bu haber karşısında sevinç çığlıklarımızı tutamadık. Nuevitas’dan ayrıldığımız da bozulan moraller bir nebze olsun yerine gelmişti. Zira yük operasyonu yoktu. Liman kontrolleri de daha tahliye sırasında tamamlanmıştı. Makineciler çalışadursun, bizim gemide ıvır zıvır işlerden başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Böyle bir durum denizde insanın başına çok nadir gelir, belki de hiç gelmez. Her saniyeyi değerlendirmek artık vazifemizdi.

2nci kaptan ile beraber her fırsatta şehre iniyorduk. Havana, Küba’nın başkentiydi ve 2 milyonu aşan nüfusu ile sadece Küba’nın değil, Karayip bölgesinin de en büyük şehriydi. Görkemli “El Capitolio”(*1), “Büyük Tiyatro” binası, Havana Katedrali, Kolonyal kaleleri, eski Amerikan arabaları, faytonlar, İspanyol esintisini sızdıran Arnavut kaldırımlı dar ara sokaklar, tatil sezonu olmamasına rağmen turistleri bu tarihi şehre çekiyordu. Dolayısıyla da gece ve gündüz hayat diğer şehirlerine göre daha parıltılıydı. Şehrin, koloni döneminden kalan binaların bulunduğu “Eski Havana”, genelde turistlere yönelik mekânlarla doluydu. Yüksek avlulu butik oteller, dükkânlar, restoranlar, kafeler, barlar, genelde bu bölgede toplanmıştı. Sabah, akşam her köşede, her mekânda müzik ve dans vardı. Muhtemelen anaları, salsa ya da rumba yaparken doğurmuştu bunları. Birbirlerinin kollarında uyum içinde süzülen bu insanları büyülenmiş bir vaziyette izliyordum her defasında ve izlerken kendimi bir tomruk gibi hissediyordum. Sonradan derin bir pişmanlık duysam da, beni dansa davet eden güzel Kübalı kızların gazına gelip, kendimi onların kollarına atmadım. Eğer içtiğim romların etkisiyle sosyal fobimi yenseydim, muhtemelen yıllarca müzik karşısında inatla suskun kalarak betonlaşan belimi orada bırakırdım.

Bu rüya kentte, genelde yabancıların fazla uğramadığı mekânları bulmaya çalışıyorduk. Bu yerlerde her şey neredeyse yarı fiyatına oluyordu ve yerel halktan insanlarla daha kolay tanışabiliyorduk. Küba müziği eşliğinde, değişik yemekler yiyip, bol bol rom içiyorduk. Tabii ki bazen bu araştırmalarımız yüzünden, yanlış yerlere de dalabiliyorduk. Girdiğimiz böyle bir yerde, daha nasıl olduğunu anlayamadan, çevremizi saran, yaklaşık 10 tane tacizci hatuna, Mojitoları ısmarlamıştık bile. Şükür ki ucuz bir yerdi. Ama maddi ve manevi olarak hepsiyle başa çıkmak mümkün değildi. Çevremizi sadeleştirmeyi beceremediğimiz için, ortamdaki baskın östrojene rağmen mucizevî bir şekilde testosteronumuzu dizginleyip, fazla söğüşlenmeden mekânı terk etmeyi başarmıştık. Bravo doğrusu!

Her gecemiz, Mojito, Cohiba, müzik ve eğlenceyle dolu geçiyordu ama bazı sorunlarımızı Küba’ya gelişimizden beri hala giderememiştik. Kumanya sıkıntı yaratmaya devam ediyordu. Menümüz iyice daralmıştı artık, bu yüzden de personel homurdanmaya çoktan başlamıştı. Nuevitas’dan aldığımız koltuk kumanyası neredeyse bitmişti. Gemiye zorla getirttiğimiz Şipşendır(*2) da bize pek yardımcı olamadı. Eline verdiğimiz listenin anca yarısını, onu da eksik olarak sağladı. Ne yazık ki Küba, her şeyi bolca sağlayabileceğiniz ülkelerden biri değildi. Bu şekilde Atlantik’i geçmek mümkün olamazdı. Henüz yeni yükleme limanı da belli olmamıştı ve eğer yükleme tekrar bir Küba limanı olursa, aynı sorun devam edecekti.

Bir diğer sorunu da bir usta gemici yarattı. 2nci Kaptanın kendisine haksızlık yaptığını düşündüğünden, morali bozulmuş ve artık bu gemide çalışmak istemediğine karar vermişti üçkâğıtçı. İneceğim diye tutturdu paşam ve ortalığı birbirine kattı. Sebepsiz bir aşağılık duygusu içerisindeki bu şahsiyeti ikna çalışmaları, sinir bozukluğu olarak bize geri dönünce, şirketten adamın acilen çekilmesini istedik. Bu postalama işi yine bana patlayacaktı çünkü gidecek olan adam kıç tarafta manevralarda benim emrimdeydi ve yerine başka biri gelmeyecekti.

Bu meseleyi çözdüğümüzü düşündüğümüz sırada diğer bir usta gemici de boş mazeretlerle gelerek inmek istediğini söyledi. Tı Allah'ım ya... Güzel geçen günleri illa bir şey zehir edecekti bize. Bunu, sefere devam etmesi için kesinlikle ikna etmemiz gerekiyordu çünkü gemilerde “Safety Manning” diye bir belge vardı. Bu belge gemide donatılması gereken minimum makine ve güverte personelinin sayısını gösterirdi. Eksik gemici, makineci ya da zabit ile herhangi bir limandan kalkmak mümkün olamazdı. Bu yüzden ayrılmak isteyen gemiciyi gönderirsek, mutlaka yerine birinin gelmesi gerekiyordu ama bunun için zaman yoktu Makinecilerin işleri neredeyse bitmek üzereydi ve ertesi gün kalkmamız muhtemeldi. Cuma günündeydik, Türkiye’de konsolosluklar kapalıydı. Personel Müdürü hemen birini bulsa bile vize işlemleri ve yol dâhil, adamın Küba’ya gelmesi en az 5 günlük bir süreçti. Her saati para demek olan ticari bir geminin böyle bir mazeretle limanda o kadar süre boyunca kalması şirket için hiç hoş olmazdı. Gemici, kaptan kamarasında inatla “İkna İttifakı’na” direnirken, adama laf anlatmak için yırtınan Kaptan'ın gözlerinden, içindeki patlamayı nasıl dizginlediğini anlayabiliyordunuz. Geçen uzunca zamanın ardında direnç hala kırılamayınca, Kaptan, Çarkçıbaşı ve Problem Gemici hariç herkesi dışarı çıkarttı. Kapalı kapılar 2 saat sonra açıldığında, ikna çalışmaları 6ncı saatini aşmıştı ama herkesin yüzü gülüyordu. Adam Çarkçıbaşı’nın da yardımıyla, Kaptan tarafından ikna edilmişti. Kamara boşaldığında Kaptanın ilk ağzından çıkan cümle “ Uğraştığımız şeye bak _mına koyayım” oldu.

13 Şubat Cumartesi günü makinecilerin işleri tamamen bitmişti. İstanbul’dan gelenleri uğurladıktan sonra ayrılış işlemlerine başlandı. Gideceğimiz liman hala belli olmamıştı. Bu yüzden kalktığımızda, Küba karasularının dışına çıkıp sefer talimatı bekleyecektik. Öğlen saatlerinde evrak işleri tamamlandı ve manevra için yerlerimizi aldık. Bir kez daha veda vakti gelmişti. Bu sefer bizi uğurlamaya gelen arkadaşlar yoktu sahilde. Ardımızdan el sallayanlar sadece, işlerini bizi Küba toprağına bağlayan son olan halatı da mola ederek bitiren, cana yakın Palamarlardı (*3).

Limanın içinde, Kızıl Meydan’daki Sait Basil katedralini anımsatan, altın renginde kubbeleri olan Ortodoks kilisesini bordaladığımızda, halatların hepsini güverteye alıp, neta etmiştik. Limanın dar çıkışına doğru ilerlerken, filika güvertede, tayfaların tahtadan yaptıkları derme çatma bir iskemleye oturup, puro yaktım ve veda ettiğimiz Havana’yı izlemeye başladım. Kısa bir süreliğine de olsa bu şehrin ruhunu içime çekebildiğim için mutluydum. Bir gün önce gezdiğimiz yerlerde başkaları dolaşıyordu. Fotoğraf çekme telaşındaki turistler, el ele dolaşan sevgililer, yürüyüş yapan aileler, koşuşturan çocuklar, banklara oturmuş yaşlılarla beraber Havana da hayat devam ediyordu. Manzaralarına kısa bir süreliğine dekor olduğumuz herkes el sallıyordu bize. Bu hep duygulanmıştır beni. İçimdeki burukluk artarken yüzlerini seçemediğim bu insanlara ben de el sallayarak karşılık verdim

Dışarıda hava boktandı. Kuvvetli kuzeyli rüzgârların önüne kattığı dalgalar kıyı şeridini dövüyordu. İstanbul’daki Lodos manzaraları vardı sahil yolunda. Limanın girişindeki El Morro’yu (*4) bordalayarak Limana veda ettik. Bodoslamamızda patlayan dalgalarla mücadele ederek, drift (*5) yapacağımız 12 mil açığa doğru yıldız rotasında ilerlemeye başladık. Havana ardımızda küçülmeye başlamıştı. Birazdan O da anılarını yanımıza aldığımız diğer limanlar gibi ufukta kaybolacaktı.

*1) Eskiden Hükümet binası olarak kullanılan, 1959 Küba Devriminden beri de “Küba Bilimler Akademisine” ev sahipliği yapan neoclasic yapı. Biraz Beyaz Saray’ı andırıyor. 55 basamaklı geniş bir merdiven ile kapısına ulaşılıyor. Merdivenlerin bitiminde, girişin her iki yanında kocaman 2 bronz heykel bulunuyor. Binanın büyük kubbesi altındaki ana giriş bölümüne girdiğinizde de, Tanrıça Athena’dan esinlenerek yapılmış, 15 m.lik, altın kaplama, La Estatua de la Republica ile karşılaşıyorsunuz. Yapı içinde bulunan dünyanın en büyük 3üncü heykeliymiş. Züper.

*2) Shipchander… Gemilere malzeme ve kumanya sağlayan kişi yada şirketler.

*3) Gemilerin limanlara yanaşma manevraları sırasında halatları babalara takan, kalkış manevrasında da mola eden işçiler.

*4) Kısaca “Castillo de los Tres Reyes Magos del Morro”. İspanyollar tarafından 1589 da inşa edilen, Havana Limanının girişindeki burunda, hala sapasağlam nöbet tutan bir kale.

*5) Gemilerin emniyetli bir yerde makinesi harekete her an hazır vaziyette, demir atmadan, kontrollü şekilde beklemesi.