tag:blogger.com,1999:blog-23782273529551560942024-03-19T19:37:11.697+03:00Aganta Burina Burinatatsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.comBlogger21125tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-86035081085823156012012-05-11T07:52:00.001+03:002012-05-11T08:32:31.549+03:002. Buhran<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhylz9mLRzyf0K84VIC9-FeruH28uecfGfVDNU5Rnttkbnpf9A93KZBD3zahrQHjuhVLvuRXfcdqCMW7QAJU5iAYWxJ9aPkQ1a1AdQxr5ajNZ_c8gQS74hO2uBo40bmGcrw_hlCzEXUIQ/s1600/Capricorne087.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhylz9mLRzyf0K84VIC9-FeruH28uecfGfVDNU5Rnttkbnpf9A93KZBD3zahrQHjuhVLvuRXfcdqCMW7QAJU5iAYWxJ9aPkQ1a1AdQxr5ajNZ_c8gQS74hO2uBo40bmGcrw_hlCzEXUIQ/s320/Capricorne087.jpg" width="320" /></a></div>
<div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 9.0pt; margin-left: -8.5pt; margin-right: -14.15pt; margin-top: 0cm; text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Bookman Old Style', serif; font-size: 12pt; line-height: 114%;">İlk zamanlar Karada
bıraktıklarım çok fazlaydı benim için ve döndüğümde yerinde bulamamaktan
korkuyordum hep. Araya giren ayrılık uzundu. İlişkilerim de bu yüzden bitiyor
ya da güzel şeyler yaşayabileceğim insanlar daha başlamadan ricat ediyorlardı. Sevdiğim
insanları kaybediyordum deniz yüzünden. Sanırım yalnız ölecektim. Arkadaşlarım
evleniyor, yakınlarım vefat ediyor ama ben ne iyi günlerinde mutluluklarına ortak
olabiliyordum, ne de kötü günlerinde destek olabiliyordum. İşimden nefret
ediyordum. Bazen gemi o kadar dar
geliyordu ki panikliyordum. Sağ, sol, yer, gök masmaviydi. Kaçacak hiçbir yer
yoktu. Dünyanın herhangi bir yerinde denizleri yararak ilerleyen, demir yığını
bir kütleye hapis edilmiştim sanki. Edmond Dante gibi hissediyordum kendimi.
Hayat tarafından ihanete uğramıştım. Çevrede konuşacak, dertleşecek kimse
yoktu. Yaşadığım sıkıntı ve çöküntüleri atlatmak çok zordu. Bunlar derin izler
bıraktı tatbikî. Zamanın aşındırıcı etkisiyle olaylara tepkilerim değişti. Plan
yapmamaya başladım. Kafamın içindeki raflarında, hayallerim geçen yıllarla
beraber tozla kaplandı. Yalnızlığa alıştım, artık hayat tarzım olmuştu. Artık
eski coşkumu da kaybetmiştim ilişkilerimde. Aileme, arkadaşlarıma, akrabalarıma
gerekli ilgiyi gösteremiyordum. Sadece kendi çevremdeki hayatı yaşamaya
başladım. Nehirde sürükleniyordum ve hiç çaba harcamıyordum kıyıya kürek çekmek
için. İnsanlar alınmıştır belki, ya da yargılamışlardır beni kendilerince. Ama
anlamalarını beklemiyorum. Her şeyin bir sebebi vardır. Ama insanlar hep kaşı
tarafı yargılamaya bayılır. Kendi yaptıklarını ise göremezler. Ben kimseyi
yargılamıyorum uzun süredir.<o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 9.0pt; margin-left: -8.5pt; margin-right: -14.15pt; margin-top: 0cm; text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Bookman Old Style', serif; font-size: 12pt; line-height: 114%;"> Ben bunların içinde boğulmamak için
çabalarken, her denize çıkışım insanlara tatile çıkıyormuşum hissi vermesi
biraz ironik oluyordu. Nerelere gideceğim, neler yaptığım, gemide neler
yediğimi merak ediyorlardı. Bazıları “Gemide hep balık mı yiyorsunuz” diyordu. Ya
da, 6 ay deniz üzerinde, hiç durmadan gittiğimizi zannedenler vardı, amacımız
neyse? Şehir Hatları vapurlarını kullanıp kullanamayacağımı soranlar ise gözdem
oldular her zaman. İnsanlar sıkılıyorlardı kendi hayatlarından. Denize açılmak
bir kurtuluş gibi geliyordu bazılarına. Orhan Veli’nin şiirindeki gibi...
Özgürlüğe açılan en yakın kapıydı belki. Bir bilinmezlik, bir macera, alegori…
Hepsi yaşanabilirdi o kapıdan adım atar atmaz. Yeni yerler görmek, keşfetmek,
bilinmeyene ulaşmak her zaman kendine çekmişti zaten insan türünü. O yüzden
Himalayalar’a, 8848<span style="color: red;"> </span>metreye tırmanırken dondu,
Yeni Gine ormanlarında yamyamlara yem oldu, Horn Burnunun azgın dalgalarına
direnirken, gemileri kayalıklarda parçalandı. Ama dönmeyenler yıldırmadı, başka
biri her zaman bayrağı devraldı. Ben de her ne kadar HMS Endeaovur’ın
güvertesinde keşif gezisine çıkmasam da zamanla onlara hak verdim. Monotonluk
her yerde vardı ama karadaki monotonluktan kurtulmanın yolları çok azdı. Ben
ise monotonluğa düştüğüm anda, hayat değiştirip, öteki tarafa kaçabiliyordum. Sıkıntılı
bir işim evet vardı ama karada çalışanlar daha mı memnunlardı hayatlarından?
Her gün aynı saatte kalkıp saatlerce şehir trafiğinde yol tepmek daha mı
iyiydi? Gün boyu bir sürü insanın ağız kokusunu çekmek veya komplekslerinin
altında ezilmek daha sinir bozucu olmaz mıydı? Her akşam eve ulaşmak için aynı
yolu tepmek, trafiğin insafına göre eve varmak, hafta sonunu iple çekmek daha
mı iyi gelirdi bana? Belki gelirdi. Bilinmez.
Artık denizi seviyorum. <o:p></o:p></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnWg_J9xZ6xwTT9v-tuSGt055ufSKAWPOkD7ROX9fANaVbHSAYg1fEO91A5X54T8sjRydqFy1EELeXd7j2O7zRo88J8vtsjm3Y1hbed-J927fp2CA1zYmpQZR7mfTEhsll0TSQvEcL4g/s1600/the+ballad+of+the+salt+sea.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgnWg_J9xZ6xwTT9v-tuSGt055ufSKAWPOkD7ROX9fANaVbHSAYg1fEO91A5X54T8sjRydqFy1EELeXd7j2O7zRo88J8vtsjm3Y1hbed-J927fp2CA1zYmpQZR7mfTEhsll0TSQvEcL4g/s1600/the+ballad+of+the+salt+sea.JPG" /></a></div>
<div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 9.0pt; margin-left: -8.5pt; margin-right: -14.15pt; margin-top: 0cm; text-align: justify;">
<span style="font-family: 'Bookman Old Style', serif; font-size: 12pt; line-height: 114%;"><br /></span></div>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-3745199421099438142012-05-04T07:37:00.001+03:002012-05-11T08:32:01.047+03:001. Sailor Begins<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitQigUER16k1GlpN_8Jey5I81dBLbfJCCF4cjj0EjfRYsnnDcv6_-5dZ-24i0GpAfKuqvC5yrvd6d0qDqmzkt-KHncNBJ0M4qcDJ0Vw7awjQ5yUKSjIoVOcqKxouM2A-GrGPSBY8RpFQ/s1600/Corta+Begins.PNG" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" height="298" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEitQigUER16k1GlpN_8Jey5I81dBLbfJCCF4cjj0EjfRYsnnDcv6_-5dZ-24i0GpAfKuqvC5yrvd6d0qDqmzkt-KHncNBJ0M4qcDJ0Vw7awjQ5yUKSjIoVOcqKxouM2A-GrGPSBY8RpFQ/s400/Corta+Begins.PNG" width="400" /></a></div>
<div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 9.0pt; margin-left: -8.5pt; margin-right: -14.15pt; margin-top: 0cm; text-align: justify;">
<span style="font-size: 12pt; line-height: 114%;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"> Resmi olarak ilk
gemiye çıkışım 28 Haziran 2004 tarihindeydi. Küçük bir şirketin, sahip olduğu
tek gemisi olan, M/V Skar isimli küçük bir kostere, 3. Kaptan olarak çıkmıştım.
İstanbul ve çevresinde yaşanan tipik bir
yaz günüydü, sıcak, nemli ve sıkıcı… Hereke ’de, Limanın otoparkına arabayı
park ederken, Güneş ışığından iyice kısılan gözlerimizle, iskelede bağlı gemiyi
zar zor fark etmiştik. Gemi o kadar küçüktü ki, yüklü halde olduğundan da
dolayı, bordası iskele seviyesinin altında kalmıştı, yukarıda sadece baş ve
grandi direkleri ve yaşam mahallinin bir kısmı görünüyordu. Geminin tonajını
daha önceden biliyor olmama rağmen, yine de bir hayal kırıklığına uğramıştım. Son
stajımdan bu yana neredeyse 5 yıl geçmişti. Denize dair pek çok şeyi
unutmuştum. Aradan geçen uzun zaman, öğrendiğim bilgilerin silikleşmesine yol
açmıştı. Bu yüzden de daha büyük bir gemiye çıkmaya cesaret edememiştim. Küçük
bir gemi ile başlamanın daha yararlı olacağını düşünmüştüm. Ama bu küçüklük de
fazla gelmişti. Verdiğim karardan pişman olmuştum. Zaten bozuk olan moralim
daha da diplere doğru batışa geçmişti. İsteksiz adımlarla, iskelede çalışan
kamyonların kaldırdığı tozların içinden bu yenidünyaya doğru valizimi
sürüklerken, emektar arkadaşlarım yine, KOP 77’nin yanında
bana el sallıyorlardı. Daha önce de yaşanmıştı bu manzara. Mart 2000’de, 9
günlük bayram izni bitişi, Bilecik’e, acemi birliğim olan, 2. Jandarma Er
Eğitim Tugayına bırakmışlardı beni… Onları “Özgür Dünya’da ” bırakıp, nizamiye kapsından
içeri girerken yaşadığım iç burukluğunu, daha sonra biri hariç hepsi tadacaktı.
Ben ise bir benzerini 4 yıl sonra Hereke ‘de yine yaşıyordum. Geride tüm
sevdiklerimi, evimi, ailemi, arkadaşlarımı, güvenli hayatımı bırakıp,
bilinmezliklerle dolu yeni bir yaşama doğru yelken açıyordum. Korkularım ve
ileriye dönük şüphelerim, heyecanımı gölgede bırakıyordu. Gelecek çok karanlık
geliyordu. Geriye doğru sayacağım ayların fazlalığı dehşete düşürüyordu beni.
Kim bilir ben yokken neler değişecekti. Neleri kaçıracaktım. Döndüğümde
yakalayabilecek miydim hayatı? Belki herkes unutacaktı beni. Ya gemideki
insanlar nasıldı? Kaptan ve 2nci Kaptan iyi biri miydi? Uzun saçlarım yüzünden
sorun yaşayacak mıydım? İşimi doğru dürüst yapabilecek miydim? <o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 9.0pt; margin-left: -8.5pt; margin-right: -14.15pt; margin-top: 0cm; text-align: justify;">
<span style="font-size: 12pt; line-height: 114%;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"> İşte 2004 yılının o sıcak Haziran ayı, son
günlerini yaşarken, benim Amfibi hayatım, kafamdaki onlarca soru ve endişeyle
ile beraber yeni başlıyordu. Güneş batı ufkunda İstanbul’a veda ederken,
geminin kırlangıcında elimde sigara, düşünceler içerisindeydim. Birden bire
yabancı bir dünyada yapayalnız kalmıştım. Boğazım düğümleniyordu. Zor
tutuyordum kendimi. O an Karar vermiştim, dişimi sıkacak ve bu işi en fazla 3-4
yıl yapıp, para biriktirecektim ve karada bir iş yapacaktım. Bırakacaktım
denizi. O günden bu yana uzun zaman geçti. Sonradan diğer gemilerde beraber çalıştığım,
60lık 70lik Kaptanları gördüğümde, bu fikrin mümkün olamayabileceği düşüncesi
düşmüştü içime. Olmadı da zaten. Ama planım hep aynı kaldı.<o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="margin-bottom: 9.0pt; margin-left: -8.5pt; margin-right: -14.15pt; margin-top: 0cm; text-align: justify;">
<span style="font-size: 12pt; line-height: 114%;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"> M/V Skar ’da 8 aya yakın bir süre
çalıştım. Karadeniz ve Doğu Akdeniz sularında 16062 deniz mili yol yaptım, 30’a
yakın limanda anı bıraktım. İlk zabitliğimi yaptığım mavi bordalı bu küçük geminin
yeri ayrıydı benim için. Yıllar sonra Karadeniz’de battığını öğrendim.</span><span style="font-family: 'Bookman Old Style', serif;"><o:p></o:p></span></span></div>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-32757853438945555672012-04-16T00:11:00.000+03:002012-05-04T21:22:58.929+03:00Bir Gün Batımı Daha...<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<span style="font-size: large;"><br /></span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: justify;">
</div>
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: right; margin-left: 1em; text-align: right;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><img border="0" height="196" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjs3FcoIsQ84rx7XOsWmQU-7W2qskMLXOhBdo63rIlZ2hDeeoEXUcH7W-CPgOYAgY9Aa6ASabmta_uXxhbVS_10Cj-P6GwwNcHGDX6Q1nWBJDy3IDdcSXWsb69xrOHaV5RZKf3GcJomJg/s400/prattcortomysteres.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;" width="400" /></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><h4>
</h4>
</td></tr>
</tbody></table>
<div style="text-align: left;">
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: large; text-align: justify;">Güneş batı ufkunu çoktan terk etti. Uzaklarda bir yerde tan
yeri ağrırken, burada gökyüzündeki son kızıllıklar da yavaş yavaş kayboluyor.
Bulutlar şekilden şekille girerek, kara siluetler halinde öbek öbek
dolanıyorlar rüzgârın çobanlığında. Ay yok. Yıldızlar ikisinin yokluğunda
parıldama yarışına girmişler… Sahil kesiminde de ışıklar yanmaya başladı. Kıyı
boyunca uzanan ağaçlıklı yoldan geçen arabaların farları kesik kesik ulaşıyor gözüme.
Rüzgâr yön değiştiriyor. Kara meltemi hafif hafif esmeye başladı, saçlarımı
uçuşturuyor, sahilden çeşit çeşit kokular getiriyor burnuma. Vanilyalı dondurma
kokusu alıyorum. Hiç aramam ama canım çekti. Küçükken ailecek sahil boyunda
yürürken külah kısmını yemeye bayılırdım. Çok yukarlardan bir uçak geçiyor.
Kabin ışıklarını seçebiliyorum. Nereye gidiyor acaba? İçinde olmak isterdim,
eve dönüş yolunda. Ama her dönüş başka bir geri sayımı başlatıyor. Garip bir hissiyat sarıyor. Sanırım şuan dünyanın neresinde
olursam olayım aynı şeyi hissederdim. En kalabalık ortamlarda olsam bile…
Yalnızlık… İçim buruluyor. Kaybettiğim bir şeyler var. Dolduramadığım bir
şeyler… Dünya çok hızlı değişiyor. Sihri ise çoktan kaçtı.</span></div>
<div class="MsoNormal">
<o:p></o:p></div>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com1Jose De Jesus Lutrino, Boca Chica, Dominik Cumhuriyeti18.45389 -69.60643818.438828 -69.626179 18.468952 -69.586697tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-5881160579468130152011-07-01T01:25:00.010+03:002011-07-02T20:22:40.630+03:00Albatrosun Kanatları Altında<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgoC1tdKIHWs4kfaXlqDltndogdLXoIAPWGEkxCIQiQ65ZLDoktamKLzA6nAY8Qf9esHzMv4_Xw61kas_SOmZVYG4loZKCAn-0hb4GmpnbF8UFkTk66Y2IJFldUb2L77NoZTnxs6jkbdA/s1600/HugoPrattCortoMaltesepaintingo1o.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 238px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgoC1tdKIHWs4kfaXlqDltndogdLXoIAPWGEkxCIQiQ65ZLDoktamKLzA6nAY8Qf9esHzMv4_Xw61kas_SOmZVYG4loZKCAn-0hb4GmpnbF8UFkTk66Y2IJFldUb2L77NoZTnxs6jkbdA/s320/HugoPrattCortoMaltesepaintingo1o.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5624143333592133810" /></a><p class="MsoNormal"></p><p class="MsoNormal"><span>İstanbul beni tembelleştiriyor. Gereğinden fazla kaldım sanırım. Ne zaman gereğinden uzun kalsam, başımı derde sokarım. Yine soktum…<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal"><span class="Apple-style-span"><u1:p></u1:p><span>Ne yapacağını bildiğin halde yapmamak… Buna inat denir. İnat etmeyeceğim… Savaşacak zamanım yok. Gömeceğim acı verse de. Herkes kendi seçimini yaşar. Ben de öyle yapacağım. Doğru ya da yanlış… Kimseye hesap verecek değilim. Tek sığınağım gitmek…<o:p></o:p></span></span></p> <p class="MsoNormal"><span>Haziranın sonunda yağmur… Gri bulutlar, uçuşan martılar… Hüzün yüklüyorlar…<o:p></o:p></span></p> <p class="MsoNormal"><span class="Apple-style-span"><u1:p></u1:p></span><span><span class="Apple-style-span">Bir gün, er ya da geç, gideceğim “Güney Denizine”, oradaki bir adaya. Oturacağım beyaz kumsallardaki bir yaşlı kayaya ve melankolinin ufkuna dalacağım. Çevremde beni garipseyen Albatrosların bakışları adlında, köpekbalığı kaynayan türkuaz denizin kıyısında… Sadece palmiyelerin yapraklarını hışırdatan meltemin sesi olacak etrafımda, sahile vuran küçük dalgalarla… Ve her zaman yanımda yeteri kadar rom… Kızaran güneşe veda edeceğim her akşam… Son durağım olacak orası. Oğlak dönencesin altında, yüz binlerce yıldızın ışığında...</span><span class="Apple-style-span"><o:p></o:p></span></span></p><p></p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-14262758236105780462011-04-13T04:00:00.006+03:002011-06-29T17:08:48.468+03:00Yo Ho Hoo<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCf86sMkRArfZdrNUhUrDIZL0RBZ_Zn6kGmJ7l9MwoIv6rB2IToHcOXyG-7hmNZc9B2hOOfFXHpoB5mH5ipDAGjk6spRR7zlHIPa1m5Me-uCMaAKbIeT5d2WrC45-_dslhMTRXUGCqMQ/s1600/Raging-Bull.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 240px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCf86sMkRArfZdrNUhUrDIZL0RBZ_Zn6kGmJ7l9MwoIv6rB2IToHcOXyG-7hmNZc9B2hOOfFXHpoB5mH5ipDAGjk6spRR7zlHIPa1m5Me-uCMaAKbIeT5d2WrC45-_dslhMTRXUGCqMQ/s320/Raging-Bull.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5594869333522024130" /></a><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><b style="mso-bidi-font-weight: normal">Tahammül<o:p></o:p></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Ben kötüyüm… Kamaraya çekilirken bu sözler geçiyordu aklımdan. Kötü olmasam bile kesinlikle iyi biri değilim. Yine durduramadım kendimi. Tahammül sınırlarım, Sevr anlaşmasında ki Osmanlı sınırlarına dönmüş. Artık çok çabuk parlayıp, çok kolay kalp kırabiliyorum. Dörtnala giden süvarilerin düşman piyadesine çarpması gibi. Kılıç, kalkan, kargı… En kötüsü de sonradan aşırı tepkim için kızıyorum kendime. Sular çekildikten sonra öfkem anlamsız gelmeye başlıyor. Üzülüyorum kırdıklarım için. Ama her ne kadar büyüklüktür deseler de, özür dilemeyi hiç sevmiyorum. Özür diliyorum elbet FAKat bir parçam kopuyormuş gibi hissediyorum özür dilerken. Volkanlar patlıyor içimde. Doğama aykırı bir şey. Egomu skiyim... Özür dilememek için, özür dileyecek pozisyona düşürmeyeceksin kendini. Çok çalışıyorum bunun için. Aslında sabrım engindir. Bir çocuğun,<span style="mso-spacerun:yes"> </span>ardı ardına gelen 100.000 sorusuna cevap verebilirim (tatlı bi şeyse). Salyangozu ilerlerken saatlerce seyredebilirim. Eve dönmeyi heyecanlanmadan aylarca bekleyebilirim. Aptallığa karşı bile bir hoşgörü gösterebilirim. Muhtemelen işim sayesinde. Sabrımı zorlayacak durumlar azaldı. Ama kas kafalılar beni delirtiyor. Lunaparklarda balyozla bir şeye vururlar ya, vuruş gücü oranında yukarı doğru bir şey fırlar ışıkları yakarak. İşte sinirimi o biçim en tepeye zıplıyorlar. Evet… Sadece kas kafalılar delirtiyor beni…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><b style="mso-bidi-font-weight: normal"><span style="mso-spacerun:yes"> </span>“Over Nilüfer Effect”<o:p></o:p></b></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Geçende Hard diskimdeki şarkıları I tune’a geçirirken “Nilüfere” sardım. Dün gece de vardiyada onu dinlerken, birden hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı. Gecenin karanlığında, bütün anılar ok gibi zırhımı delip göğsüme saplanmaya başladı. Rahmanlar, Marmara Caddesi, Ağaç, Barış Manço, Ayı, Suadiye Lisesi, Novo, Kadıköy, Ulusoy terminal, Teachers, Zey, Büyükada, Küba, Ağva, İzmir… Gelenler, gidenler...<span style="mso-spacerun:yes"> </span>Durduramadım saldırıyı. Bazı yaralar iyileştikten sonra bile sızlıyor. Hâlbuki geriye dönüşü hiç düşünmedim, önceleri güç gelse de her defasında düştüğüm yerden kalkıp yola devam ettim bir şekilde… Melankoli sinirlendiriyor beni. Anıları sevmiyorum. Hüzünlendiriyor beni. Geriye bakma… Bakarsan eğer yaşadığın an tatsızmış gibi gelir. Öyle mi? Eskiden her şey güzel miydi? Yoksa şimdi hiç bir şeyin tadımı kalmadı? <span style="mso-spacerun:yes"> </span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">“Şarap gibi, baş döndüren tadın vardı,</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Aldığım her nefesimde adın vardı,</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Şimdi o güzel günlerden gerilere...”</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span style="mso-spacerun:yes"> </span>Bu şarkıyı ardı ardına ne kadar dinledim hatırlamıyorum.I podun pili bittiğinde geminin kırlangıcındaydım. Martin Eden’e çok kızmıştım Güney Denizlerindeki o adaya gitmedi diye ama onu çok iyi anlıyorum. </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Ay ışığı… Işık suda yansımasaydı manzaralar çok şey kaybederdi… </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Bu dünyadan kopmuşum gibi hissediyorum. Anlama gücüm arttıkça olaylara daha yukarıdan bakmaya başladım, bu da yaşama sevincimi azalttı. Daha önce farkına varamadığım şeyler tusunami dalgaları gibi çarptı ruhuma. Eskiden ne mutluymuşum meğer.. Önce Tanrıya olan inancımı kaybettim, sonra aşka… Diğerleri de domino taşları gibi yıkılmaya başladı bir bir. Niye yaşıyoruz? Amacımız ne bu dünyada? Birkaç yıl önce bu soruya cevabım aşk için olurdu. Aşk=Mutluluk… Şimdi bir yanıt veremiyorum kendime. Yönümü değiştiren darbe nereden geldi bilmiyorum, mavi hapı seçmeliydim.</p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisuDuQRWMWijU796nhVdF7WE4qOpYdjuPmlbcsrpprDNrkj3qxA6OXlyd5TbG2YY3nraDPX_6kviOrer0vLNm9Z_OA1W2ktpqhdO2HYVSWd9DvoXvrxAUWJZA3RobT77h8zTx8hjIdbg/s1600/madmax.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 203px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEisuDuQRWMWijU796nhVdF7WE4qOpYdjuPmlbcsrpprDNrkj3qxA6OXlyd5TbG2YY3nraDPX_6kviOrer0vLNm9Z_OA1W2ktpqhdO2HYVSWd9DvoXvrxAUWJZA3RobT77h8zTx8hjIdbg/s320/madmax.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5594866955409079634" /></a></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><b style="mso-bidi-font-weight: normal">LONG WAY TO HOME<o:p></o:p></b></p> <p class="MsoNormal">Tekila+Kuantru+Limon suyu+Buz+Tuz… Margarita… Denizin ortasında bile yaratırım seni… Şuan tam yüklüyüm. Süper bir hissiyat bu… He hee</p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal">Saat 18:30 Panama açıkları... </p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal">Doğudan yumuşak bir rüzgâr esiyor denizi kabartmadan. Bu sularda ilk defa sallanmıyoruz. Belki bana veda ediyor Karayipler. Gereğinden uzun kaldım bu sefer denizde. Zamanımı gereksizce boşa harcamışım gibi geliyor. Dökme yük gemisine gitmeliydim. Benim için daha akıllıca olurdu bu karar 6 ay önce verilseydi eğer. Ama, zararın neresinden dönersen kardır… Sktiyiminin lafı hayatımın özeti gibi...</p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal">Yakında yatağıma döneceğim. Geniş yatağım... 15 Nisanda üzerindeyim.</p><p class="MsoNormal"><br /></p><p class="MsoNormal"><span class="Apple-style-span" style="font-size: 11px;"><br /></span></p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-30587268643808365042011-02-01T00:06:00.003+02:002011-02-21T01:18:22.889+02:00Buluşalım Eski Köprünün Altında<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhX9rNYBMbRjYKXmedsK9G0JnrGA80s6Hlc9BJ-8fwN3wu5SBf2MMQxvA601oeug5YQp2CtlfprAi8nbXjB6Xk_E8WvfwJmuEjEdHHWiRWJRoP2H0aOkEL6HcqvSV2FXL0P8lNZWRS33A/s1600/corto02.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 319px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhX9rNYBMbRjYKXmedsK9G0JnrGA80s6Hlc9BJ-8fwN3wu5SBf2MMQxvA601oeug5YQp2CtlfprAi8nbXjB6Xk_E8WvfwJmuEjEdHHWiRWJRoP2H0aOkEL6HcqvSV2FXL0P8lNZWRS33A/s320/corto02.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5568475226228506514" /></a><p class="MsoNormal">Berrak bir gökyüzü var bu gece. Yarım Ay, ufkun bir karış üzerinde, rahat koltuğuna oturmuş, uyukluyor umursamazca. Yıldızlar ise, sanki her biri kendini daha iyi gösterebilmek için, heyecanla kırpışıyorlar bu koca siyahî boşluğun içinde yarışırcasına.<span style="mso-spacerun:yes"> </span>Mehtap, simli bir yol ile sakin denizin üzerinde ışıldayarak bana doğru uzanıyor. Kıç taraftan esen rüzgâr, geminin rüzgârını tolore ediyor, sadece hafif bir esinti dokunuyor tenime. Pruvamızda ay ışığı ile parlayan beyaz köpüklerin coşkusu bozuyor sadece denizin sükûnetini.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Ama bir şey var gecede. Hoşuma gitmeyen bir şeyler… Ruhum huzursuz. Bütün bu süslerine rağmen doğanın, hiç güzel değil bu gece. Hüzün var karanlıkta. Kulaklığımdan yükselen her parça, melankolinin kurşuni sularına sürüklüyor beni. Kafamın içinde, anılarımı kilitlediğim bütün odaların kapıları açılmış. İstemiyorum o koridorda ilerlemek. Hatırlamak istemiyorum hiçbir anıyı. Lanet olsun! Kim açtı sonuna kadar bu kapıları? Ah! Evet, o şarkılar… Hain şarkılar… Artık bazılarını dinleyemiyorum bile… </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Her odada <i style="mso-bidi-font-style: normal">“hapsolmuş anılar”</i> oynuyor. Sinemadayım sanki. İlk salonun önünden geçerken, Kadıköy’ü görüyorum içeride. Eskiden, <i style="mso-bidi-font-style: normal">Bahariye</i> trafiğe açıktı. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Boğa</i> da <i style="mso-bidi-font-style:normal">Altıyol</i>’da değildi, aşağıdaydı. Postanenin oralarda bir yerlerde… Hatırlamazsın sen belki, ben de tam anımsamıyorum yerini, küçüktüm çünkü. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Galata Köprüsü</i> de <i style="mso-bidi-font-style:normal">“Eski”</i> değildi o zamanlar, arabalar onun yorgun sırtından geçerlerdi. <i style="mso-bidi-font-style:normal">‘Köprü altı’ </i>tabiri vardı, <i style="mso-bidi-font-style:normal">Kemancı</i> da oradaydı. Yediğim midye tava ve içtiğim biranın tadı orada kaldı. Bunu da hatırlamazsın… O zamanlar, Gökdelenler İstanbul’un bağrına daha saplanmamıştı. Kodak tabelası hala <i style="mso-bidi-font-style:normal">Galata</i>’daydı. Sahil yolu yoktu <i style="mso-bidi-font-style:normal">Anadolu yakasında</i> henüz. Kışın, <i style="mso-bidi-font-style:normal">kabinlerinin </i>üzerinden atladığımız, “<i style="mso-bidi-font-style:normal">Kum Plajı” </i>vardı, “<i style="mso-bidi-font-style: normal">Süreyya Plajı”</i> sadece bir tren istasyonu adı değildi, 3M Migros, Burger King yoktu bir zamanlar insanların güneşlendiği yerlerde. Belediyenin amblemi olan, o otoparkın girişindeki <i style="mso-bidi-font-style:normal">sunağa</i> yüzerek giderdim. İstasyonun arka sokağında bir terasta * içerdik <i style="mso-bidi-font-style:normal">Nihallerle</i>. Sandallarla doluydu kıyılar. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Uskumru</i> çıkardı Marmara’dan. Domatesler organik inorganik diye kutuplaşmamışlardı o vakit. Her şeyin, şimdi alamadığım bir tadı vardı… Dostlarım da dağılmamışlardı dünyanın dört bir yanına; ne Hollanda’ya ne Avustralya’ya… Kız erkek tünerdik Marmara Caddesinde bir apartmanın bahçe duvarına. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Pınar</i> küçüktü o zamanlar, gözlerini ayırmadan hayran hayran bakardı bana. Okulum vardı… <i style="mso-bidi-font-style:normal">Suadiye Lisesi’ni</i> yıkmamışlardı daha. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Atlantik sineması</i> hala <i style="mso-bidi-font-style:normal">Şaşkın Bakkaldaydı,</i> Marks and Spencer olmamıştı. Çocuklar sokaklarda <i style="mso-bidi-font-style:normal">Yakartop</i> oynarlardı. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Akmar</i>’ın üstü sahaftı sadece, altında <i style="mso-bidi-font-style:normal">“Saadet” </i>vardı, <i style="mso-bidi-font-style:normal">Naci</i> vardı. Hatırlar mısın? İnsanlar birbirlerine <i style="mso-bidi-font-style:normal">kaset</i> hazırlardı. Vay be! Büyükada’da <i style="mso-bidi-font-style:normal">papatya taçlı</i> bir kız vardı. “<i style="mso-bidi-font-style:normal">Moda Havuzunda”</i> buluşalım dediğimde kimse yüzüme bön bön bakmazdı. “<i style="mso-bidi-font-style:normal">T</i>” arkadaşlarla dolup taşardı... </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Hatırıma gelen her bir anı karesi, kalbimin imbiğinden geçip, bir damla gözyaşına sığıyor bu karanlık gecede. Ne kadar tezat bir durum, iyi anıların acı vermesi. Aşina olduğum her şey yavaş yavaş siliniyor dünya yüzünden. Hayallerim vardı eskiden. Çoğunu kaybettim, bir kısmı da çalındı. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Eros’un</i> en sevgili hedefiydim. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Aşk</i> için yaşardım. Ama artık onun okları da batmıyor bedenime. Şimdilerde sadece bankalar titrettiriyor telefonumu ama yinede her defasında heyecanla bakıyorum. Bu koca kubbenin altında denizleri yararak ilerlerken hep yalnızdım, ama yalnız bırakılmak kadar kötü değildi hiç. Artık ne <i style="mso-bidi-font-style:normal">babam</i> hayatta ne de <i style="mso-bidi-font-style:normal">Zeus </i>Rahmanlarda. Tanrılara güvenimi kaybettim belki ama inanıyorum <i style="mso-bidi-font-style:normal">evrim teorisine</i> ve ayakta kalmak için dayanıyorum bu amaçsızlığıma rağmen kalan tüm gücümle. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Nietzsche</i> kızardı belki bana ama hala derinlerde bir <i style="mso-bidi-font-style:normal">umut</i> besliyorum. Ve ilerde acı verecek diğer güzel günlere içiyorum. rum ron rom…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-908192184385361282011-01-18T15:07:00.004+02:002011-02-01T02:01:14.345+02:00Quenn Anne’s Revenge<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFg-Qik63GJZeuav1QPQ5EnZ4Hn058pybByv4j6COlpOGa64JwAmVKdlCMLnqUIBJKnnqUMUjz8xTkzNOI_kBIdCQoLsYHH9U1jvjj0vkt5D_meH5fr_YSfspHMaRKXHrIur217OqElA/s1600/l_1c044500548a0d8760982337796ba47a.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 213px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgFg-Qik63GJZeuav1QPQ5EnZ4Hn058pybByv4j6COlpOGa64JwAmVKdlCMLnqUIBJKnnqUMUjz8xTkzNOI_kBIdCQoLsYHH9U1jvjj0vkt5D_meH5fr_YSfspHMaRKXHrIur217OqElA/s320/l_1c044500548a0d8760982337796ba47a.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5563512189428740930" /></a><p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Di di di diit… Di di di diit… Di di di diit… Di di di diit…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Lanet alarm! Ne çabuk sabah oldu anasını satayım…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Di di diğ… Kapa çeneni! </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Saatin alarmı ile uyanmak zorunda olmak ne acı. İt oğlu it, her sabah zevkle beynimize kakıyor özgür olmadığımızı… Modern dünyanın kırbacı… </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Al sana, boktan bi Pazartesi daha… Amma da çok var Cumaya. Milyonlarca gün doğumu görmüş yaşlı dünya için önemsiz belki; ama biz köleler içinse, bitmek bilmez bir zaman dilimi… Dışarısı hala karanlık... Yine karga bokunu yemeden uyandık. Hâlbuki geceleri ne kolay kararlar almak.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">“Biraz erken kalkıp alırım duşumu” </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Yalana bak! İnsan yıllarca, her akşam kendisini böyle kandırmaz ki… Sikerim duşunu şimdi… Nerede bu? Hah… Gel bakayım buraya. Alarmı ötele 30 dakika… Duşu akşam alırım. Yarım saat daha uyuyayım.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Ama işkence bu... İdam saatini bekleyen mahkûm gibi... Ne kadar süre daldım acaba? 5 dakika? Ya da 25 dakika? Çalar şimdi geri zekâlı... Aha! Çaldı… Çalacak… E çalmadı! O zaman kesin şimdi… Çalma sen! Uyumasam da çıkmayacağım inadına yataktan!</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Di di di diit… </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Şlaak… <span style="mso-spacerun:yes"> </span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Kısa sürdü son başkaldırı…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Soğuk bir Ocak sabahı… Surata bak! Meymenetsiz bok parçası… Ne kadar çirkin b’şey sabah sabah aynadaki… Lavabonun önünde kısa bir tereddüt... Yüzümü yıkasam mı? Yoksa uykumu açmasam, vapura kadar saklasam mı? Su da buz gibidir şimdi. Önce ılık suyla açılış yapmalı, sonra yavaş yavaş çoğaltırız maviyi. Nerede bu aptal çorabın teki? Keşke dün gece ütüleseydim gömleği…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Hava aydınlanmaya başladı. Gökyüzü yine kül rengi...<span style="mso-spacerun:yes"> </span>Akşam yağmur yağmış, yerler ıslak. Yanıma şemsiye alsam mı? Yine yağar bu ibne… Siktir et… Sonra buna pişman olacağım ama kim taşıyacak? Zaten unuturum bir yerde kesin…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Çok soğuk. Burnumun ucu dondu. Koyu renkli montlarının içinde, asık suratlı renksiz topluluk çıkmış deliklerinden. İnsan nehri hızlı adımlarla akıyor sahiplerinin iş yerlerine. Karıncaların oluşturduğu kaynaşan yollar gibi… Onlar da bir birlerinin üzerine basa basa, daracık bir şeritte ilerlemezler mi; koca dünyada başka bir yer yok sanki... Gerçi onlar yuvalarında şimdi; şömine başında yudumluyorlardır viskilerini. Yazın çalıştı ya Pezevenkler… Biz sanki <i style="mso-bidi-font-style:normal">Ağustos Böceği</i>…<span style="mso-spacerun:yes"> </span>Acaba yağmurda yuvalarına su dolmuş mudur? Yazık be dolduysa… Kıyamam masumlara…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Nehrin sonunda, denize döküleceğimiz yere geldik. Millet nasılda itiş kakış doldurmuş iskeleyi. Yer kapacaklar ya içeriden… Yazın tepelere çıkmak için yarışırsınız ama… Bencil boklar… Bırak doluşsunlar. Açılınca kapılar, çiğnesinler birbirlerini. En son girerim ben de içeri. Çayımla poğaçamı alıp, üst kattaki her zamanki yerime geçerim. Martıları yalnız bırakmam. Herkesin götü yemez bu soğukta oraya çıkmaya. Başımda berem, montumun yakalarını kaldırdım mı tamamdır işlem…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Her gün böyle nereye kadar? <span style="mso-spacerun:yes"> </span>Bu yaşadığımız, özgür olduğumuza inandırıldığımız, sefil bir dünya aslında. Hafta sonlarını bekleyerek, yaşamak için çalışmak… 15 günlük yıllık iznin hayalini kurmak… Niçin yaşıyorsun bre? <span style="mso-spacerun:yes"> </span>Sert <i style="mso-bidi-font-style:normal">Poyrazla</i> köpüren şu kurşuni denize bir bak…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Ruhunu ayır bedeninden… Şu geçen koca yük gemilerinden birinin <i style="mso-bidi-font-style:normal">dümen suyuna </i>takıl… Onlar kılavuzluk eder sana. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Marmara Denizi</i> boyunca <i style="mso-bidi-font-style:normal">seperasyonda</i> ilerle, gri bulutların altında. <st1:metricconverter productid="150 mil" st="on">150 mil</st1:metricconverter> sonra <i style="mso-bidi-font-style:normal">Mehmetçik burnundasın</i>. İşte burasıdır Türkiye’nin esas kapısı, 1915’de küstahça geçmeye kalkanların mezarı. İç deniz burada bitti, artık önünde yeni denizler... Özgürlüğü hissedeceksin <i style="mso-bidi-font-style:normal">Çanakkale</i> çıkışında. Ruhuna, belki ilk defa tadacağın bir sevinç dolacak tam burada. </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><i style="mso-bidi-font-style: normal">Midilli’yi</i> geçince yüzünü gösterecek Güneş sana. Bu kış gününde, içini ısıtacak karanlığı yaran kutsal ışığıyla. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Güney Batılı </i>bir rota ile <i style="mso-bidi-font-style:normal">Yunan Adalarının</i> arasında ilerle kıvrıla kıvrıla. Bu güzellik karşısında, <i style="mso-bidi-font-style: normal">Odysseus </i>gibi direğe bağlamalısın kendini; Yoksa <i style="mso-bidi-font-style:normal">Sirenlere</i> kaptırırsın sen de her şeyini. Bu geçişte <i style="mso-bidi-font-style:normal">Olympos</i>’un doruklarından gözleyecekler <i style="mso-bidi-font-style:normal">Antik Yunan’ın</i> emekli <i style="mso-bidi-font-style:normal">Tanrıları</i> seni<i style="mso-bidi-font-style: normal">…</i> Belki, heyecanlı bir yunus sürüsü eşlik edecek coşkuyla sana, defne kokan <i style="mso-bidi-font-style:normal">Ege</i>’nin bu mavi sularında… Ve <st1:metricconverter productid="260 mil" st="on">260 mil</st1:metricconverter> sonra <i style="mso-bidi-font-style:normal">Mora’</i>nın ucundaki <i style="mso-bidi-font-style: normal">Maleas Burnunu</i> göreceksin. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Ege Denizi</i> neredeyse bitti… Sancağına dön oradan… <i style="mso-bidi-font-style: normal">Mataban’ı</i> geç… Kucaklayacak seni binlerce yıldır kültürleri birleştiren <i style="mso-bidi-font-style:normal">Akdeniz</i>’in ılık suları. Hafif bir <i style="mso-bidi-font-style:normal">meltem</i> okşayacak hafifçe saçlarını. Ayna gibi dümdüz mavi sular çevreleyecek etrafını. Çek içine temiz havayı… Endorfin ile dolduracak bu tek nefes damarlarını. Ve anında bir gülümseme saracak o düşmüş dudaklarını…<span style="mso-spacerun:yes"> </span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><i style="mso-bidi-font-style: normal">İyonya Denizinde</i> <i style="mso-bidi-font-style:normal">Batı</i>ya doğru ilerle. <i style="mso-bidi-font-style:normal">Sicilya</i> ve <b style="mso-bidi-font-weight:normal"><i style="mso-bidi-font-style:normal">Malta</i></b> arasından geç. İşte <i style="mso-bidi-font-style:normal">Bon Burnuna</i> ulaştın! Evet, o gördüğün <i style="mso-bidi-font-style:normal">Kuzey Afrika</i> <i style="mso-bidi-font-style:normal">kıyıları</i>… Hissettiğin ılık esinti ise <i style="mso-bidi-font-style:normal">Sahra Çölünden</i> kopup gelen <i style="mso-bidi-font-style:normal">Sirocco</i> rüzgârları… Kıyı boyunca ilerlemeye devam et. Uzaklarda, <i style="mso-bidi-font-style:normal">Lion Körfezinde</i> bir <i>Mistral</i> patlamamışsa, rahat geçeceksin burayı. <i style="mso-bidi-font-style: normal">Afrika</i> bir süreliğine gözden kaybolduktan sonra karşında <i style="mso-bidi-font-style:normal">Endülüs</i>’ün kıyıları… Artık <i style="mso-bidi-font-style:normal">iskelende</i> <i style="mso-bidi-font-style: normal">Afrika</i>, <i style="mso-bidi-font-style:normal">sancağında</i> ise Avrupa kıtası... Ufukta, tam pruvanda belirense <i style="mso-bidi-font-style: normal">Gibraltar Kayası</i>… </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">1430 deniz milini arkanda bıraktın<i style="mso-bidi-font-style:normal"> Ak. Maleas’dan</i> beri. Tanıdık <i style="mso-bidi-font-style:normal">Akdeniz</i> bitti. Artık çok uzaklarda kaldı şehrinin griliği… Belki, bir gün batımında geçeceksin <i style="mso-bidi-font-style:normal">Herkül Sütunlarını</i>… <i style="mso-bidi-font-style: normal">Atlantik Okyanusuna</i> gömülen kızıl güneşi uğurlarken, <i style="mso-bidi-font-style:normal">uygarlığın ışıklarının</i> hapsettiği binlerce yıldız ışıltılarıyla selamlayacak seni. Bu sonsuzluk karşısında dilin tutulacak, dizlerinin üzerine çökmek isteyeceksin. Ve merak edeceksin “Hangisi acaba şu meşhur <i style="mso-bidi-font-style:normal">Büyük Ayı</i>?” O gördüğün parlak şey ise <i style="mso-bidi-font-style:normal">Venüs’tür, </i>sanma sakın<i style="mso-bidi-font-style:normal"> Kutup Yıldızı</i>… Zaten <i style="mso-bidi-font-style:normal">Şimal da</i> değil orası… <i style="mso-bidi-font-style:normal">Cebel-i Tarık boğazından</i> çıktıktan sonra <i style="mso-bidi-font-style:normal">South West</i> yap sen rotanı. Arkana al <i style="mso-bidi-font-style:normal">Ticaret Rüzgârlarını</i>. O şişirdi kaç yüzyıl denizcilerin yelkenlerini. Önünde hala 3400 deniz mili… Aldanma sakın, kat etmedin daha yolun yarısını… </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><i style="mso-bidi-font-style: normal">Maderia </i>adasının kuzeyini yalayarak geçerken iyi bak buraya. Çünkü uzun bir süre başka kara parçası göremeyeceksin artık etrafında… Şanslıysan eğer, Ahab’ın zıpkınından kaçmış,<span style="mso-spacerun:yes"> </span>birkaç <i style="mso-bidi-font-style:normal">İspermeçet</i> uğurlar belki.<span style="mso-spacerun:yes"> </span>En sonsa dostun martılar terk edecek seni. Sadece, pruvandan kaçan <i style="mso-bidi-font-style:normal">uçan balıklar</i> olacak bir süre yanında. Masmavi bir imparatorluk saracak 360 derece çevreni. Rahat bırakmayacak, sabrını sınayan <i style="mso-bidi-font-style:normal">Kuzeyli Fırtınaların swelleri. </i>Şimşek yüklü, boz bulutlarla karşılaşacaksın, gümbürtüleri kırmasın cesaretini<b style="mso-bidi-font-weight:normal">. </b>Hele kan rengi <i style="mso-bidi-font-style:normal">Dolunay </i>yükselirken denizden koca bir tabak gibi<i style="mso-bidi-font-style:normal">, </i>kaybettiğin duyguların uyanacak içinde bir yerlerde, ürpertecek bütün tüylerini. Ve için acıyla kaplanacak dünyanın bu güzelliği karşısında, yanında paylaşacak kimse olmayınca.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">519 yıl önce, <i style="mso-bidi-font-style:normal">Kolom</i>b’un tayfası da tam buralarda bir yerlerde isyanın eşiğine gelmişti… Aha o bir martı değil mi? Sudaki de yeşil bir dal parçası… Az kaldı… Ve işte… <i style="mso-bidi-font-style:normal">Kara göründü</i>… Sen de buldun sonunda <i style="mso-bidi-font-style:normal">Yeni Dünyayı</i>! Ufkundaki <i style="mso-bidi-font-style:normal">Puerto Rico</i>’nun kıyıları… <i style="mso-bidi-font-style:normal">Mona Geçidi</i>nden in aşağı. Evet geldin… Burasıdır meşhur <i style="mso-bidi-font-style:normal">Karayib Denizinin</i> tropik suları… <span style="mso-spacerun:yes"> </span>Bir zamanlar buralardaydı altın yüklü <i style="mso-bidi-font-style:normal">İspanyol Kalyonları</i>… Hemen altında yüzüyor <i style="mso-bidi-font-style:normal">Kaplan Köpekbalıkları</i>… <i style="mso-bidi-font-style:normal">Karasakal</i> kurbanlarına buralarda dehşet saçardı… Bu adalarda gömülüdür <i style="mso-bidi-font-style:normal">Korsanların</i> hazine dolu define sandıkları… Burasıdır en güzel <i style="mso-bidi-font-style: normal">Rom</i>’un anavatanı… İşte karşında <i style="mso-bidi-font-style:normal">resiflerin</i> Türkuaz suları ve beyaz kumlu plajları… Buralarda bir yerlerde İspanyol kızları… Ben de buralarda bir yerlerdeyim. </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Ve iyi bir çocuksan, belki sen de bir gün görebilirsin… <i style="mso-bidi-font-style:normal"><span style="mso-spacerun:yes"> </span></i></p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-47106224134175977492010-12-29T22:44:00.002+02:002010-12-29T22:46:01.360+02:00This is The End<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgU6-nkK2LIO6NO10zY2melfFDa4UUXIzgnDidOUu7WMTTGBgmGYugk9EXl8bFCeFYCMFLWLR-EI1oFU1Kf3vTThyphenhyphen43yDxtaWsdK0SxTWfeVogqy2OfByMEEPmSu_Bmi-zrRdL0Gs2utg/s1600/Corto%252520Maltese.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 190px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgU6-nkK2LIO6NO10zY2melfFDa4UUXIzgnDidOUu7WMTTGBgmGYugk9EXl8bFCeFYCMFLWLR-EI1oFU1Kf3vTThyphenhyphen43yDxtaWsdK0SxTWfeVogqy2OfByMEEPmSu_Bmi-zrRdL0Gs2utg/s320/Corto%252520Maltese.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5556208087756802994" /></a><p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Karayipler’de aysız bir gece… Etraf karanlıklara gömülü… Yıldızlar kendilerini göstermek için bir birleri ile yarışıyor. Orion tam tepede… Ursa Major, Canis Major, Taurus ve binlerce ışıl ışıl mavi nokta kırpışıyor… Çok küçüğüz... Neden anlamak istemiyoruz? Bunu bütün ruhumda hissedebiliyorum. Filika güvertede, sadece pupa fenerinin aydınlattığı dümen suyunu izlerken, büyüyen karanlıkta gittikçe küçülüyorum.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Bazı şeyleri nasıl anlatabilirsin? Kelimeler yetmiyor bazen ifade için. Ya da ben kullanamıyorum onları.<span style="mso-spacerun:yes"> </span>Paylaşmak lazım hissedebilmek için. Belki o zaman bile yeterli olmayacak... Biliyorum bunu... Çünkü hiç anlatamadım doğru dürüst. Yılın son günleri. Yeni yıla girerken yine uzaktayım. Kuş uçumu tam <st1:metricconverter productid="10469 km" st="on">10469 km</st1:metricconverter> mesafe var Kadıköy ile aramda. Dünyanın çevresinin çeyreği… Evime hala çok uzağım. Evim neresi acaba? Hayatımın iki yüzü var. Deniz ve Kara. Nereye aidim ben? Kimsenin ne iyi gününde nede kötü gününde yanında olabiliyorum. Bu arkadaşlıkları nasıl etkiler? Hele ilişkileri… Bunun bana neler hissettirdiğini nasıl anlatabilirim? Biri, yüze atılan bir kırbaç gibi “Bana değer verseydin, yanımda olurdun” dediği zaman ne yapacağım? Bu lafın bir denizciye ne kadar acı verdiğini nasıl anlatabilirim? Bencillikle suçlayabilir miyim söyleyeni? Hayır. Eski değerler yok artık. Özledikçe büyüyen sevgiler kayboluyor. Belki de yoktu. Ama benim tek umudumdu. </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Bir yıldız kaydı. Heyecanlandırıyor beni. Bu iyi. Yaşıyorum hala. Anlama gücüm arttıkça tat alma gücüm azaldı... Ama hepsi yitmemiş henüz. Ahab gibi olmama çok var.</p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-51776175319465555132010-12-23T12:03:00.015+02:002011-01-04T13:55:56.972+02:00Bin Köpekbalığı<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj341mN4AQ33-aysZQUSI_dQ0VaNLSoOH6auBDURA69G8Apc0fuUgfo1DgO8XdYatwnm60jxoMaUaJznWoG4p34fJSnWwcHWEOWJ8_ctX9ozhLhe3Qi8LaLPwowKBw_A7wPB3F8NNHh5Q/s1600/cetacea_rgb.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 211px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj341mN4AQ33-aysZQUSI_dQ0VaNLSoOH6auBDURA69G8Apc0fuUgfo1DgO8XdYatwnm60jxoMaUaJznWoG4p34fJSnWwcHWEOWJ8_ctX9ozhLhe3Qi8LaLPwowKBw_A7wPB3F8NNHh5Q/s320/cetacea_rgb.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5553817733946730002" /></a><p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Kül rengi bir sabah… Kopkoyu boz kümülonimbus bulutları ufka doğru her yönü kaplıyor. Sıklıkla çakan şimşekler gökyüzünü yarıyor, parlamaları aydınlatıyor sabahı yaşayamadan kararan havayı. Ardından önce şiddetle patlayan, sonra uzayarak azalan bir gök gürültüsü her yanı dolduruyor. Ara sıra etrafa ani bir aydınlık vererek, gök yıkılıyormuşçasına düşen yıldırımlar, havayı daha da korkunç bir hale getiriyor. Her defasında irkiliyoruz. Bu sese alışmanın imkânı yok. Yağmur son iki saattir hız kesmeden aralıksız yağıyor. Böyle havalar içimi coşturur. Geniş bir pencerenin arkasındaki ılık siperimde, elimde sıcak bir fincan kakao ile bu görüntünün büyüsüne kapılmak daha keyifli olabilirdi. Ama cephedeyim. Sağanağın altında, kıç güvertede vahşi manzaranın bir parçasıyım. Üşüyorum. Üzerimdeki yağmurluk işlevini çoktan yitirdi, artık sadece içime giren suları süzme görevini görüyor. Altındaki kıyafetlerim de doyuma ulaştı, içime sızan suları sonuna kadar emdi, artık sular aşağılara doğru akıyor yavaş yavaş, hissediyorum. İliklerime kadar işledi yağmur. Ağırlığım her halde 20 kilo kadar arttı. Hareket etmek yormaya başladı. Telsizden çıt çıkmıyor hala. Sadece bindiren sağanağın sesi var etrafımızda. Baretime ve gemi saçına çarpan yağmurun sesi… Miğferdibi burçlarında düşmanı bekleyen Rohan’lı askerler geliyor aklıma. Yağmur damlalarının zırhlarına çarptığında çıkardığı sesler… Küçükken oturduğumuz evimizin altındaki marketin, çatısı saçtan yapılmış bir verandası vardı. Yağmurlu havalarda saça çarpan damlaların tıpırtıları ile uyumayı çok severdim. Yorganı üzerime çekip bir ormanda çadırın içinde olduğumu ya da dağ başında, terk edilmiş tahta bir kulübenin içine sığındığımı hayal ederek dalardım uykuya. Şimdiyse kaçacak yer de yok. Yağmur, rüzgârın üzerine binmiş, saçak altlarını tarıyor. Zaten bu saatten sonra kaçmaya gerek de yok.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">— Aft station, Bridge… Single up.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Nihayet! Halatları tekle komutu bu. Uzun bekleyişimizin ardından duyuluyor Romen kaptanın sesi telsizimden. Geçtiğimiz Kasımın ortasında katıldı gemiye. Diğer Romen kaptanı değişti. İyi biri. Ama dikkat etmeli. Bir nevi Juggernout kendisi<u>.</u> Konuşmaya başladı mı ne zaman duracağı belli olmuyor. Köşeye kıstırdıysa saatlerce esir alabiliyor insanı. “ Second, Do you know ...?”… Hikâyelerine bu soru ile başlıyor ve bitirdiğinde artık ne soruyu hatırlıyorsunuz ne de anlattıklarını. Beynim daha ilkini yükleyemeden hafızaya, söylediği bir kelimeden diğerine sıçrıyor hikâyesi. Onaylamak için bile araya giremiyorsunuz. Sonra aniden kesip köprüüstünden ayrıldığında yüzümdeki sinirler istemsiz şekilde atmaya başlıyor. <span style="mso-spacerun:yes"> </span>En kötüsü kaçacak yer de yok. Tek kurtuluş denize atlamak, o da yemiyor.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">— Bridge, Aft station… Roger that Captain. Single up.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Telsizimi koruyamıyorum yağmurdan. Tuttuğum elimden aşağı şarıl şarıl sular akıyor. Umarım alet bozulmaz bu kadar ıslanmaya. Hemen komutu bağırarak tekrarlıyorum kıç postaya iki dilde. Benimle beraber 2 Türk gemicim ve 1 Jamaikalı kız stajyerim var… Yanaşırken 3 tane kıç halatı vermiştik, mayna ediyorlar hemen ikisini. Stajyerin kumanda ettiği ırgatta sıkışıyor halatın teki ama bakmıyor o yöne bizimkisi. Mayna etmeye devam ettiğinden halat ters yönde dolanıyor bu sefer ve gerilmeye başlıyor. Uyanmadı daha işe... Bağırarak uyarıyorum. Kendine geliyor. Kurtarıyorlar halatı. Şimdi iki halat da suda… Elinde koca bir şemsiye tutan zenci palamarın uyuşukça babaya doğru ilerlemesini bekliyoruz. “Beş” metre sonra olay yerine geldiğinde aradan neredeyse 1 dakika geçmiş… Aşağıdan şaşırmışçasına bir babaya, bir suratıma bakıyor. Neler olup bittiğine anlam veremeyen bir ifade var yüzünde. Pezevenk sanki orada şimdi doğdu... Bazen dayanamıyorum bu bölgenin palamarlarına. Bağırıyorum… El işaretleri ile destekli çıkart diyorum halatın kasalarını. Beynine elektrik gidiyor, yüzü parlıyor. Anladı neler döndüğünü. Cebelleşiyor kasayla. Doğruluyor. Halata boş koy diye işaret yapıyor. Elimle sertçe yüzümü sıvazlıyorum. “Halat zaten suda be adam, yılan gibi uzanıyor, daha ne kadar mayna edeyim?” Türkçe küfürlerle bağırıyorum tekrar. Sudaki halatı gösteriyorum. Görüyor. Memnunsuz eğiliyor. Utanmasa halatın kasasını kaldırmak için bizi çağıracak aşağıya. Uff Puf… biraz uğraşıdan sonra başarıyor. Bravo. Ötekiyle uğraşıyor şimdi. Bu arada telsizden son kalan kıç halatı da mola etmemizi istiyor Kaptan. Mayna ediyoruz hemen onu da. Bir tek “spring” halatı kaldı şimdi. Yandık... Kıç halatların takıldığı baba ile spring halatının takıldığı baba arasında nereden baksan <st1:metricconverter productid="50 m" st="on">50 m</st1:metricconverter> var. Palamarın bu mesafeyi alması epeyi sürer. O hala diğer babanın başında bekliyor nedense. Hareketlenmesi için bağırarak diğer babayı işaret ediyorum. Durumu kavrıyor. Hareketleniyor o yöne. Herif Red Kit’in Mississipi Kumarbazı macerasındaki zenci liman işçileri gibi. Uyuşukluktan ölecek. Bağırıyorum tekrar acele et diye. Cebinde çıkarttığı eliyle sakin ol diyor. Hay bin köpekbalığı…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Spring halatını da güverteye aldığımız vakit, römorkör asılmaya başlıyor. Halatından çatırtılar geliyor. Gemi ağır ağır avara oluyor iskeleden. İyice açtıktan sonra pervane dönmeye başlıyor. Kıç taraftan köpüren beyaz sulara dalıyorum. Şehir hatları vapurları geliyor aklıma. Küçükken vapura bindiğimizde Babam hep geminin kıç tarafına götürürdü bizi. Oradan köpüren dümen suyunu izlemeye bayılırdım. Hava kararmışsa daha da hoşuma giderdi manzara. İstanbul… Karaköy’den halatlar çözülüp Kadıköy’e hareket ederken İstanbul’un ışıklarını seyretmek mest ederdi beni. Eski galata köprüsü, üstünden geçen arabaların farları, altında rengârenk ışıklar saçan restoranları, karşıdan karşıya geçen vapurlar, camilere vuran spot ışıkları… En sevdiğim ise ışıklı Kodak tabelasıydı. Galata kulesine yakın, oralarda tepedeki bir evin çatısındaydı. Önce K yanar, sonra O, sonra D, sonra A ve en son K… Bütün kırmızı harfler tamamlandığında iki kere yanıp söner sonra tekrar baştan başlardı. K… O… D… A… K… KODAK… KODAK… Artık o tabela yok yerinde. Bazen Karaköy’den vapura binince hala gözlerim arar. </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">— Release Tug… </p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">“Roger Roger”…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Römorkörün halatını mola ettik bu komutla. Canım sigara içmek istiyor. Rüzgâr altına geçip paketi çıkartıyorum cebimden. Paketin içindekiler tütün çorbası olmuş. Zavallı sigaralar… Biraz ötedeki tenekeye fırlatıyorum paketi. Basket… Deliksiz giriyor, hayret. Gemici ile stajyer halatları roda ediyorlar. Kıyamam… Ucundan tutuyorum biraz. Bitiriyoruz. Kıç taraf neta… Stajyeri köprüüstüne yolluyorum. Pilotu o indirecek aşağı. Gemiciyi de pilot çarmıhını hazırlamaya yardım etmesi için gönderiyorum sancak tarafa. Usta gemiciyi ise springi güverteye alır almaz yollamıştım dümen tutması için köprüüstüne. Yalnız kalıyorum bir anda kıç tarafta. Hiç olmazsa bir sigara kalaydı kuru…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Bir manevra daha bitti. Bu geldiğimden beri çıktığım 86ncı manevra. 2 buçuk ayda yanaşma ve kalkış dahil tam 86 manevra. Yuh… Kuru yük gemilerindeki günlerimi hatırlıyorum da… 6 ayda toplam 12 manevra ya yapardık ya yapmazdık. Ortalama ayda 1 limana uğrardık. Seyirler uzun sürerdi. Bir sürü boş zamanım olurdu. Dinlenmek için bir sürü zaman… Limanlarda da kalış süremiz bazen bir haftayı bulurdu. Gerçi artık o gemilerde bile limanda kalış süreleri kısaldı. 50.000 tonluk gemiyi çabucak postalıyorlar artık. Ama bazı limanlarda 4 saat kaldığımız düşünülürse 2 gün bile uzun geliyor artık bana.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">İlerimize gürültüyle bir yıldırım daha düştü. Dışarıda da deniz coşmuş, kızılca kıyamet kopuyor yine. Dalgakıranda büyük bir güçle patlayan dalgaların beyaz köpükleri metrelerce yukarı sıçrıyor ve sular dalgakıranın üzerinden aşıp iç limana giriyor. Kayaları yerinden sökmek istiyor gibiler. Zeus, Poseidon, Aeolus herkes burada. Tanrılar şakalaşıyorlar mı yoksa savaşıyorlar mı bilmiyorum ama güçlerini birbirine gösterirken sahnede olan yine bize olacak.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Hay bin köpekbalığı </p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-10806679337144705102010-11-15T16:43:00.006+02:002010-11-15T17:21:18.537+02:00Seyir Hikayeleri 7<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhP0o561DliGPF74ntRqv0sfg_10WlXWOdZhNNRMQqkjWSkDq-uNrvJmY6_pUG0apbESU1_jhTw_ZHpKjsszGRUV-_QZIu_fH2TmM5st4Lqu4YCGBSlQhGUUCxrtnz6ilde31uL6LmL_w/s1600/rus_kizlari.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhP0o561DliGPF74ntRqv0sfg_10WlXWOdZhNNRMQqkjWSkDq-uNrvJmY6_pUG0apbESU1_jhTw_ZHpKjsszGRUV-_QZIu_fH2TmM5st4Lqu4YCGBSlQhGUUCxrtnz6ilde31uL6LmL_w/s320/rus_kizlari.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5539792903616686706" /></a><p class="MsoNormal" style="text-align:justify">NOVO</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Sabah İstanbul boğazını geçtik. Karadeniz’in hırçın sularını yararak Novorossiysk’e doğru ilerlemeye başladık. Denizcilik hayatımda gittiğim ilk yurtdışı limanıydı Novo. İlk kez burada dışarı çıkmıştım gemiden ve beni çok etkilemişti. Rusça tabelalar, keskin hatlı heykeller, hala Kızıl Ordu üniformalarını giyen askerler, sert aksanla konuşan insanlar... Casus filmlerinde gibi hissetmiştim kendimi. Komünizm çökeli 7 yıl olmuştu belki ama etkisi hiçbir yerden silinmemişti henüz. <span style="mso-spacerun:yes"> </span>Aynı zamanda bir Rus kızı ile ilk tanıştığım limandı. Sarışın, yeşil gözlü, beyaz tenli ve neredeyse sırf bacaktan oluşan tipik bir Rus kızıydı. Yıl 1997ydi ve Mediz gemisinde henüz ilk stajımı yapıyordum. Gemi eski olduğundan genelde Karadeniz limanlarından hurda demir yükleyip, Türkiye’deki demir-çelik fabrikalarına taşıyorduk. Yükleme limanlarında da en az 1 hafta kalıyordu gemi. Stajyer olduğum için de gemide en çok tolerans gösterilen kişi olarak her gün dışarıya çıkıyordum bende. Çıkış saatim genelde belli olduğu için kapıda karşılıyordu beni. <span style="mso-spacerun:yes"> </span>6 ay sürecek bu stajım boyunca ardı ardına 4 kez daha ayak basacaktım Novo’ya. Hepsinde de çok güzel vakit geçirecektim onunla. 4üncü gidişimde ise stajım artık bitmek üzere olacaktı. Türkiye dönüşü ayrılacaktım gemiden. Tabii o yaşta insan çabuk kaptırıyordu kendini. Ayrılış anı çok trajik olmuştu ikimiz içinde. Kim bilir bir daha ne zaman geri gelecektim bu limana. Bu işin liman kısmının zorluğunu ilk orada anlamıştım. Deniz sosyal hayatımı çok zorlaştıracaktı. O sırada henüz bilmesem de, İlerde hayal kırıklıkları ile dolu kocaman bir çöp kutum olacaktı.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Novo’ya bir sonraki ayak basışım tam 8 yıl sonra Ro-Ro Ulusoy 1 gemisi ile oldu. Çeşme-Trieste hattında sakin ve mutlu bir şekilde çalışırken, şirket bizi Karadeniz hattına sürmüştü. Artık, Samsun - Novorossiysk arası TIR taşıyacaktık. Çeşme hattından daha zordu seferleri. Limanlar arası mesafe sadece 215 deniz miliydi. 15 saat bile sürmüyordu seyirler ve hiç durmuyorduk. Neredeyse her gün manevra, yükleme ve boşaltma operasyonu vardı. Bu hatta 4 ayı aşkın bir süre boyunca çalıştım. Neredeyse haftada 2 sefer Karadeniz’in bu Gri, soğuk, kasvetli limandaydım. İlk seferi yaptığımız gün de dışarı çıktığımda Novo’daki ikinci Rus hatunu ile tanışmıştım.<span style="mso-spacerun:yes"> </span>Gittiğim Club tarzı bir yerde, barda yalnız oturuyordu. Uzun siyah saçlı, beyaz tenli, narin yapılı bir kızdı. Topuklu çizmeleri dizine kadar yükseliyordu. Yürüdüğünde arkasında bakışlardan bir iz bırakıyordu. Gözlerimi alamamıştım arkasından. Döndüğünde bir tabure daha yakındım ona. Elimle küçük bir selam verdim. Başıyla karşılık verdi gülümseyerek. Ve yine sonu trajik bir şekilde bitecek başka bir hikâye daha başlıyordu. Kontratım bitene kadar 33 sefer daha yapacaktık Ulusoy 1 ile Novo’ya. Limandan araba ile alacaktı beni geldiğim her sefer. Işıltısı ve sıcaklığı ile bu Rus limanının kasvetini dağıtacak ve soğuğunu eritecekti.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Kısaca Novo’yu iyi bilirim. En çok gittiğim limandı. 3 gün demirde kaldıktan sonra 22 Mart sabahı limana yanaştık. Bahar gelmişti artık ve hava ılımaya başlamıştı. Gemide emekliliğim yaklaştığından pek bir şey yapmıyordum. 2nci ve 4üncü Kaptan da idare ediyorlardı beni. Çünkü bıkkınlık boğazıma kadar gelmişti artık. Genelde serbesttim. Zaten hesaplarıma göre burada en fazla 2 gün kalıp, yükleme yapacağımız başka bir Karadeniz limanına giderdik. Orada da demiriydi yüklemesiydi geri dönüşüydü derken en fazla 5 gün sonra kıçımı İstanbul’da, Teachers’ın rahatsız taburelerinin birine koyabileceğimi umuyordum.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Ulusoy zamanı güzel vakit geçirdiğim bir sürü arkadaşım vardı burada. Akşamları eskiden takıldığım yerlere gidiyordum birilerine rastlamayı umarak. Ama her girdiğim mekânda hayal kırıklığına uğruyordum. Umutlarımın tükendiği bir akşam, sadece bir kişi ile karşılaştım barın tekinde. Sorduğum isimi ise uzun zamandır görmediğini söyledi. Artık kimsem kalmamıştı Novo’da.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Genelde dışarı tek başıma çıkıp sahilde biraz yürüyor ve bir şeyler içip gemiye dönüyordum. Hayatımda ilk defa bir Karadeniz limanından erken kalkmak istiyordum. Ama olmadı. 50.000 tonluk gemiyi 2 günde, doldurup postalayan Ruslar, 8000 tonluk gemideki şekeri bir türlü boşaltamıyorlardı.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">6 gün daha Novo’da kaldık</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Başıma gelen en ilginç şeyse 4.Kaptanla dışarı çıktığım bir gece barın tekinde,“Tolga Abi?” diye yanıma gelen iki çocuktu. Konuşsunlar diye şaşkın şaşkın yüzlerine bakarken biri “ Abi biz seni Teachers’tan tanıyoruz” dedi…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">NIKOLAYEV</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Novo’dan kalktığımızda yeni yükleme limanımız Mariapul denmişti. Azak Denizi kıyısında, giriş-çıkış süresi boyunca harcanan rüşvet miktarları ile meşhur, eskiden son derece tehlikeli olan bir Ukrayna Limanıydı. Ama tam Azak denizine girerken yük iptal oldu. Bizde Kerch açıklarında demirleyip, yine talimat beklemeye başladık.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Talimat 2 gün sonra geldi. Nikolayev’e gidecektik. Ukrayna’nın güzel limanlarından biridir Nikolayev. Ulaşmak için önce illiçıvsky seperasyondan, Odessa’ya doğru ilerleyip, oradan doğuya doğru dönüp, sığ bir haliçte uzun bir kanal seyri yaptıktan sonra, Southern Bug Nehrinden içeri yaklaşık <st1:metricconverter productid="16 mil" st="on">16 mil</st1:metricconverter> boyunca Kuzeye doğru çıkmanız gerekir. Oraya daha önce 2 kere gitmiştim ama sadece bir kez kısa süreliğine dışarı çıkabilmiştim. O yüzden pek fazla tanıdığım bir yer değildi. Buradan bir çeşit maden alıp Yunanistan’ın Tsingeli limanına götürecektik. Ben de arada İstanbul geçişinde inecektim. Ukrayna Limanları hızlıydı. Bundan hep yakınmıştım. Bizim tonajdaki bir geminin yüklemesi 2nci günü aşmazdı. Ama bu sefer bu hız beni memnun edecekti.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Şehre çok yakın bir iskeleye yanaştık. Yine her gün dışarıdaydım. Genelde Kaptan ya da 2nci Çarkçı ile çıkıyordum dışarı. En kalabalık yeri, merkezdeki trafiğe kapalı genişçe bir caddeydi. Dükkânlar, barlar, cafeler, restoranlar bu cadde üzerinde toplanmıştı. Caddenin en sonuna kadar yürüyünce de nehir kıyısındaki büyük bir parka ulaşıyordunuz. İnsanlarda bu cadde de bir aşağı bir yukarı dolanıyordu aksamları. Biz de her aksam burada bir yerde yemek yiyor, sonra yediklerimizi eritmek için caddedeki bu büyük tura katılıyor ve gece olunca da keşfettiğim birkaç sıcak ortamlı Club`da takılıyorduk. Cuba Libre, yüksek volüm, dans meraklısı Ukraynalı kızlar… Güzel vakit geçiriyorduk. Ama maalesef Güzel Vakit/Para grafiğinde ok, apsis ile ordinata 45 derecelik eşit bir açı ile yükseliyordu. Gemi de dolmuyordu bir türlü. Yükleme inanılmaz bir şekilde tam 12 gün sürdü. </p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjfQTgmAquiFWzecAVPjxfxINWIjok_X7j0qn58EiaSXc6XXMHMJV_EJ5sv3AEWBQmfSz7gNoPi9itNhwJE-SD6yRYvhhF2c5fNH-2mao9WBFpcB8QA3zOEPFo5VNmk3raCQwcrfT47Gw/s1600/ist+%25282%2529.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 228px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjfQTgmAquiFWzecAVPjxfxINWIjok_X7j0qn58EiaSXc6XXMHMJV_EJ5sv3AEWBQmfSz7gNoPi9itNhwJE-SD6yRYvhhF2c5fNH-2mao9WBFpcB8QA3zOEPFo5VNmk3raCQwcrfT47Gw/s320/ist+%25282%2529.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5539796564091326386" /></a>HOME AGAIN</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Nikolayev’den kalkıp İstanbul Boğazının kuzeyine demirlediğimizde, buradan çıkışımızın üzerinden tam 26 gün geçmişti. 5–6 günde biteceğini düşündüğüm Karadeniz seferi ne hale gelmişti. Ama önümde sadece 1,5 saat keyfini süreceğim bir boğaz geçişi, bir demir manevrası ve devir teslim işi kalmıştı.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Geçiş sırası gece geç saatlerde bize geldi. 12 Nisan 2010 Pazartesi gününün ilk saatlerinde Fenerler hattını<span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">(*1)</span> geçip, dünyanın en güzel gece manzaralarından birine sahip olan İstanbul Boğazının ışıltısı içinde, anın keyfini puromla çıkartarak ilerlemeye başladık ve akabinde Ahırkapı’ya demirledik.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Yine şirketten insanlar, yedek parçacılar, tamir ekipleri, kumanya botları, yeni katılanlar, ayrılanlar… Bu curcuna önümde ağır çekimle sahnelenirken, ben kafamdaki fon müziği eşliğinde, yerime gelen yeni zabite görevimi teslim ediyordum. Bunlarla uğraşırken hava da aydınlanmıştı. İstanbul, bir sabah telaşına daha başlamıştı. Deniz otobüsleri, şehir hatları vapurları, kalabalıklaşan köprü trafiği… İşimiz öğleye doğru anca bitti. Kaptan ve gemide kalan diğer arkadaşlarla vedalaşırken, ayrılan personelin valizleri de bizi karaya taşıyacak olan bota indiriliyordu. En sonunda bir kontratın daha sonuna gelmiştim. Çarmıhtan <span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">(*2)</span> en son ben indim ve acente botunun alçak küpeştesine oturup bir keyif sigarası yaktım. Motor geminin bordasından ayrılırken, son kez güvertedekilere el salladım.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify">İstanbul’da soğuk bir bahar havası vardı. Deniz sakindi. Hafiften bir rüzgâr esiyordu. <span style="mso-spacerun:yes"> </span>Martılar çığlıklar atarak tepemden uçuyorlardı. Balıkçı teknelerinin pancar motorlarının uzaklardan gelen sesleri, ruhuma sevinç pompalıyordu. Tanıdık bir İstanbul manzarasının ortasında, demirli gemilerin arasından karaya doğru ilerlerken, 5 ayımı geçirdiğim Mavi Gemi ardımızda yavaş yavaş küçülüyordu. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım. Damarlarımdaki kanın tekrar dolanmaya başladığını hissedebiliyordum..</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: x-small;">*1)İstanbul boğazının kuzey girişinde ki Rumeli Feneri ve Anadolu Fenerini birleştiren hayali hat…</span></p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: x-small;">*2) Gemiye inip binmede kullanılan basamakları tahtadan yapılan ip merdiven.</span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p></p> <p class="MsoNormal" align="center" style="text-align:center">M/V ARAS’IN SONU…</p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-17056391931223258852010-10-10T02:44:00.013+03:002010-10-11T03:56:39.918+03:00Seyir Hikayeleri 6<img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 206px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg2UnynfgzvS3oYjU3ILtVHJIaQ1n2f7Lokcfkduposr43xdfzNerX9BNIradmBk-JCeh_O4CHAmSjK0aFU8pW7fiUuF0h_MxoWzNJTByxbRyQW6QrhcYFvvdb90x54x579pJJwNT_ptA/s320/bendix3_s.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5526197851741249602" />ADAYA VEDA<p class="MsoNormal" style="text-align:justify">Küba ile Florida Keys arasında driftin 5inci gününde, sisler içindeki durgun, gri denizin üzerinde ağır ağır sürüklenirken, OKI marka vurmalı yazıcımız köprüüstünü inleterek, yeni sefer talimatını kâğıda dökmeye başladı ve uzun bekleyişimize bir son verdi. Nihayet gideceğimiz liman belli olmuştu. Bulunduğumuz noktanın 370 deniz mili doğusunda, yine bir Küba limanı olan Puerto Padre’den dökme şeker yükleyip, Rusya’nın Novorossiyk limanına götürecektik. Bomba bir sefer daha!</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Yükün dökme olması bizi biraz germişti. Çünkü ambarlar yükleme öncesinde yetkililer tarafından kontrol edilecekti. Ambarlar kuru ve temiz olmazsa yüklemeyi, istedikleri standartlar yerine getirilinceye kadar, erteleyebilirler hatta yükü vermekten vazgeçebilirlerdi. Şirketin böyle bir yük alabileceğini tahmin ettiğimizden driftde kaldığımız bu son beş günde bir şeyler yapmıştık elbette ama ambarlar o kadar kötüydü ki bir türlü toparlayamıyorduk. Zamansızlık ve malzemesizlik yüzünden pasın üzerine boyayı vurmak zorunda kaldık. Çirkin bir kız gibi bol makyaj yapıp loşta kalmaya dikkat edecektik.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>19 Şubat sabah saatlerinde Puerto Padre açıklarına vardık ve yüksek su ile beraber şamandıralar arasından limana ilerlemeye başladık. Küba’da uğradığımız her üç liman da aynı özelliklere sahipti. Hepsi açık denize dar bir boğaz ile bağlanan genişçe koylara kurulmuştu.<span style="mso-spacerun:yes"> </span>Buradaki kanal da sahildeki güzel bir köyü ikiye bölüyordu. İlk göze çarpanlar, türkuaz berrak suların hemen kıyısında kurulmuş tek katlı bakımsız evler, Hurricanelerin şiddetli rüzgârları yüzünden aynı yöne doğru eğilmiş palmiyeler, suyun içinde yaşayan bir ağaç ve upuzun bir kumsaldı.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>İskeleye bağlandıktan sonra kontrol fazla uzun sürmedi. Korktuğumuz da olmadı ve ambarlara bir şey diyen çıkmadı. Gözünü sevdiğim Kübalı kontrolör, üstün körü bakıp, yüklemeye onay vererek kalplerimizde taht kurdu. İlk şekerler ambara dökülürken içime de bir burukluk düştü. Son limanımızdı Küba’daki ve yarın sabah Avrupa’ya doğru yola çıkacaktık. Neredeyse 2 hafta geçirdiğim Ada’ya son bir kez el sallayacaktım. Ama aynı zamanda eve döneceğim için de heyecanlıydım. Dönmek için sebeplerim vardı.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Öğleden sonra kumanya sorunumuzu çözmek için Kaptan, Çarkçıbaşı ve 4üncü ile beraber alışveriş için acentenin gönderdiği araçla Puerto Padre’ye indik. Burada yaşayan çoğu ailenin Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışan bir yakını olduğunu ve onlara düzenli para gönderdiklerini öğrendik. Bu yüzden de şehrin genelinin gelir seviyesi Küba ortalamasının üstündeydi. Turistik yerlere de çok yakın olduğundan canlı bir şehirdi. Paramızı Küba parasına çevirdikten sonra şoförümüz bizi bir mini markete götürdü. Gayet güzel, temiz ve beni şaşırtan bir çeşitliliğe sahip bir marketti. Tek sorun, gerçekten “mini” olmasıydı. Türkiye’deki bir “ŞOK” marketin ¼’ü kadar bir yerdi burası ve sadece biz içini kütlelerimizle doldurmuştuk.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Alacaklarımızın, 20 kişilik mürettebatı, ikmal yapacağımız Gibraltar’a ya da Kanarya Adaları’na kadar, Atlantik geçişimiz boyunca en az 7–8 gün idare etmesi gerekecekti. Alış verişe başladık. İlk darbeyi yiyen dolapta sakin sakin müşterilerini bekleyen tavuklar oldu. Hemen hemen hepsini aldık. Dolabın başından çekildiğimizde içeride sadece 2–3 tane yamuk yumuk tavuk kalmıştı. Sonra raflardaki makarnalar, pirinçler, bisküviler, dondurmalar, sütler vs. kasiyer kızın şaşkın bakışları altında alış veriş sepetlerimize dolmaya başladı. Neredeyse yenebilecek her şeyi almıştık. Tercümanlığımızı da yapan şoförümüz durumu her ne kadar açıklasa da, yabancı 4 kişinin marketi yağmalaması, duyanların da ilgisini çekiyordu. Marketin vitrininin önünde küçük bir seyirci topluluğumuz oluşmuştu bile.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Oradan çıktığımızda marketi neredeyse kurutmuştuk. Sırada bulmamız gereken sebze, meyve, tuz ve un vardı. Kasabada pazara benzeyen bir şey bulamadık. Yürürken sadece bazı evlerin küçük verandalarının duvarlarına dizdikleri az sayıda sebze meyveyi satan insanlara rastlıyorduk. Bizde gördüğümüz her durakta durmaya başladık. İnsanların küçük tezgâhlarında tanıdık ne varsa alıyorduk. Birinden 6 domates, 4 hıyar, 3 muz, 1 ananas diğerinden 10 domates 6 hıyar, 1 mango toplaya toplaya ilerliyorduk. Ta ki elinde daha çok çeşit olan kör bir amcaya ulaşıncaya kadar... Biz gelince içerden oğlu geldi ve bize cennet bahçesi gibi gelen, evin arka tarafına götürdü. Domatesler, soğanlar, sarımsaklar, patateslerle doluydu burası. Buradan da yeterince alış veriş yaptığımıza kanaat getirip un ve tuz bulmaya koyulduk. Ama bu is hiç kolay değildi. Un ve tuz devlet tarafından halka karne ile dağıtıldığından satışı yoktu. Her gördüğümüz fırında durup un ve tuz sağlamaya çalışıyorduk. Ama ne yaparsak nafile… Hiç kimse bunları bize satmaya yanaşmıyordu. Uzun uğraşlardan sonra şoförün arkadaşının çalıştığı depo gibi bir yerden illegal yollardan 20 kilo kadar tuz aldık. Unu ise hiçbir yerde bulamadık. Ama bir fırınla anlaşıp yarın sabah için 300 tane ekmek siparişi verdik ve bunu gemiye ulaştırması için sürücümüzü görevlendirdik.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Alış veriş bitmişti. Yemek yemeye karar verdik. Şoförün sahil kenarında bildiği bir yere doğru yürürken, tekrar karşılaştığımız tezgâhlarını boşattığımız elemanlar bize minnettarlıkla selam veriyorlardı. Ama ortalık domates, soğan arayan kadınlarla dolmuştu. Ulaşamadığımız tezgâhları arıyorlardı. Yanımızdan geçerlerken bize gülücüklerle İspanyolca bir şeyler söylüyorlardı. Anlamadık tabi, ama tahmin edebiliyorduk dediklerini. Çekirge sürüsü gibi geçtiğimiz yerleri kurutmuştuk. Umarım kasabayı geçici bir kıtlığa maruz bırakmamışızdır.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>İçeride sadece 3 masası olan küçük, salaş bir yere girdik. Masa ve sandalyeleri kırmızı renkli plastiktendi ve üstlerinde örtü ya da servis bulunmuyordu. Denizle arasında dar bir yol vardı. Fazla rüzgârlı olduğu için küçük bahçesine oturamamıştık ama içeriden de koyun manzarasını rahatça görebiliyorduk. Oturup hemen üzerinde korsan resmi olan yerel biralarından söyledik. Guruba en uymayan kişi, alkol kullanmayan, Çarşamba’daki köyünün dünyadaki en güzel yer olduğunu iddia edip, oraya buraya devamlı bok atan Çarkçıbaşıydı. O kolasını, biz biralarımızı yudumlarken siparişlerimizi alan garson mutfağa girdi ve isteklerimizi hazırlamak için aşçılık yapmaya başladı. Mutfak küçük olduğundan herkesin siparişini aynı zamanda hazırlayamıyordu zavallıcık. Nitekim tabakları aynı anda getirme hevesi yüzünden yemeklerin sıcaklık dengesini de pek tutturamamıştı. Jumbo karides, ismini bilmediğim bir balık ve salata… O kadar lezizdi ki ılıkmış, sıcakmış sorun etmedik. Tabağı daha yarılamadan ben ikincisini sipariş etmiştim bile.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Yemekleri bitirdiğimizde hava alacakaranlık moduna girmişti. Birazdan batı ufkunda hiç ışık kalmayacaktı. Bahçeye çıkarttığım kırmızı sandalyemde Mojitomu yudumlarken, siyaha çalan gökyüzünde yıldızlar yavaş yavaş kırpışmaya başlamıştı. Kafam çakırkeyif olmuştu, karnım toktu, elimde purom tütüyordu, hava güzeldi, yumuşak bir rüzgar uzaklardan bir yerden Latin ezgileri taşıyordu kulağıma. Gözlerimi kapayıp, yüzüme hafifçe çarpan ılık esintiyi içime çekerek, ruhumu dinlendirmeye çalışıyordum. Yanımda Birini çok isterdim. Önümüzde uzanan kumsalda, kıyıya vuran küçük dalgaların çıkardığı sesler eşliğinde kucağında yatarken, şefkat denizinde huzur içinde boğulurdum oracıkta.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Romantizmimi 4üncü kaptan bozdu. Kalkıyorduk. Arabaya binip gemiye geri döndük. Malzemeleri gemiye taşıdık. Vardiyayı devraldım ve sabaha kadar, uzun gece boyunca güvertede oturup düşüncelere daldım.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Yükleme sabah bitti. Ambarlar kapakları kapandı. Gemiciler güverteye deniz netası yaparlarken biz de çıkış işlemlerini tamamladık. 20 Şubat cumartesi günü öğleden önce tüm halatlar mola edildi. Kanalın kıyısındaki güzel köydeki insanların el sallamaları eşliğinde Atlantik’in sularına ulaştığımızda oturup bir puro yaktım ve ardımızda gittikçe küçülen bu güzel adaya sessizce veda ettim.</p> <a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg57qwCMTRQViVuzZedQixN1N0hgu-0kxDBt57yiRvCq1woM9p7EUJHDWbvtSajgoIk_a-WWHVV3OYOX75jBrq3SSeLMBiGZNWGOIts-UDpOSPwF4G-6UFb-WH3ZtTZ32Tt6dmETMz0Fg/s1600/M-26-7.png"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 213px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg57qwCMTRQViVuzZedQixN1N0hgu-0kxDBt57yiRvCq1woM9p7EUJHDWbvtSajgoIk_a-WWHVV3OYOX75jBrq3SSeLMBiGZNWGOIts-UDpOSPwF4G-6UFb-WH3ZtTZ32Tt6dmETMz0Fg/s320/M-26-7.png" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5526198603652196002" /></a> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>M–26–7</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Ardımızda güzel anılarla ayrılıyorduk Küba’dan. İstanbul boğazına kadar neredeyse her gün köprüüstü sohbetlerimizin konusu olacaktı bu ada ve adada yaşadıklarımız. Daha önce Güney Amerika’da ve Karayip Denizine kıyısı olan hemen hemen her ülkeye ve her adaya ayak basmıştım. Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Jamaika, Kolombiya, Venezüella, Guatemala, Honduras, Guyana, Brezilya, Arjantin, Trinidad, Barbados, Hollanda Antilleri vs… Geçmişte İspanyol, Portekiz, Fransız, İngiliz ve Hollanda’nın sömürgeleriydi hepsi. Ve sömürene göre de dilleri, mimarisi ve kültürleri farklılıklar göstermişti. Ama hepsinin tek bir ortak yanı vardı. Beyazların terk ettiği her yerde görülen yüksek Fakirlik oranı... Küba hariç hepsi demokrasi ile yönetiliyordu bu ülkelerin ve serbest pazar sayesinde her türlü mal giriyordu sınırlarından içeri. Ama yapay demokrasilerin kirlettiği her ülke de olduğu gibi, insanların büyük bir kısmı bu zenginliklere sadece aşağıdan bakıyordu. Bu da kıskançlık ve nefreti körükleyip, suç oranında patlamaya yol açıyordu.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Honduras’da Whooper yediğim Burger King’in kapısında pompalı tüfekli koruma vardı. Venezüella’da daha dışarı çıkışımızın onuncu dakikasında saldırıya uğramıştık. Kolombiya’da dışarı çıkan herkes soyulmuştu. Brezilya’da sokaklarda grup halinde yürürken bile bıçaklı saldırıya uğrayan denizciler olmuştu. Haiti’de insanlar üzerine giyecek bir şey bulamıyordu ve ayakkabıları aynı çift olmayan bir sürü insan görmüştüm orada. Jamaika ise suç oranında dünyada ilk beşteymiş.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Evet, Küba’da da insanlar zengin değildi. Her istediklerini bulamıyorlardı ülkelerinde. Son model arabalar yoktu caddelerde ve bize nostaljik gelen 50’lerın Amerikan arabaları doluydu her yer. Evler bakımsız, mobilyaları eskiydi ve artık neredeyse rastlamadığımız tüplü televizyondan seyrediyorlardı kanalları. Ama kimse aç değildi. Sağlık hizmeti en üst seviyelerdeydi ve herkes için ücretsizdi. Kimse hastanelerde rehin kalmaktan korkmuyordu. Hasta olursam sıçarım diye yabancı sigorta şirketlerine para saçmasına gerek yoktu kimsenin bizim gibi. Eğitime çok önem veriliyordu ve herkes eşit şekilde yararlanıyordu. Suç oranı çok düşüktü. Evlerin kapıları ve pencereleri kilitli değildi. Demir parmaklıklar ardına hapsetmemişlerdi kendilerini. Gördüğüm en güvenli ülkelerden biriydi. Günün herhangi bir saati dışarıdayken kendimi hiç tehlikede hissetmemiştim. Buna rağmen insanların Küba’yı kötülemelerine anlam veremiyorum. Belki devrimden beri süren Amerikan ambargosu olmasaydı, Karayipler’in parıldayan incisi olabilirdi Castro’nun Küba’sı.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span style="mso-spacerun:yes"> </span>BİTMEYEN YOL VE KITLIK</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Küba’dan yaklaşık 6450 deniz mili uzaktaydı Novorosisk. Önce Gibraltar’a ya da Kanarya Adalarına uğrayıp yakıt, su ve kumanya ikmali yapacaktık. Normal şartlar altında bizim için 1 hafta sürecek bir yol. Hesap gayet basit, Mesafe / Hız = Zaman… Üstüne de 1 günlük hava müsaadesi koy hadi sana 8 gün olsun. Fakat bu gemide normal şartlar diye bir olgu şimdiye kadar söz konusu olmamıştı hiç. Gemi yine ilerlemiyordu. Onca bakıma ve tamirata rağmen, eski sorunumuz devam ediyordu. Her gün ya da gün aşırı saatlerce duruyorduk Atlantik’de. En son Kaver de* çatladı ve makine yürümez hale geldi. Makineciler enjektör arızasına alışmıştı artık ve nispeten kısa sürede giderebiliyorlardı bu sorunu ama Kaver çatlağının giderilmesi biraz daha zahmetliydi. Kaç kilodur bilemiyorum ama ağır bir malzemeydi ve askıya alınması gerekiyordu. Araba silindiri değildi bu sonuçta. İçine benim girebileceğim bir yerde hareket ediyordu ana makinenin silindirleri. Ona göre de kapağı vardı. Fakat hava ve deniz koşulları yine engelliyordu sorunu çözmek isteyenleri. Aşırı yalpa durumunda o kadar ağır bir malzemenin askıya alınması çok tehlikeliydi. Yıkıp geçerdi her yeri…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Havanın düzelmesini bekledik…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Ama 2. güne girdiğimiz de bile bir ılımlılık göstermedi. Kumanya yine alarm vermeye başladı. Arızayı hemen gidersek bile, bizi Gibraltar’a ulaştıracak miktarlar yoktu aşağıda. Seçenek kalmamıştı. Hava koşullarının düzelmesini beklemek durumumuzu daha da kötüye götürecekti. Bu yüzden gözlerini karartan Makineciler o hava şartlarında, o kaveri kimse zarar görmeden değiştirdiler ve bizi tekrar hareket eder vaziyete geçirdiler.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Bu arada Atlantik’de 11inci güne girmiştik. Küba’dan aldığımız her şey suyunu çekmişti ve kıtlık baş göstermişti. Gemide artık et, tavuk, makarna, kuru bakliyat, pirinç, bisküvi, taze veya konserve herhangi bir sebze-meyve yahut kahvaltılık hiç bir şey kalmamıştı. Sadece hızla azalan bulgurumuz mevcuttu. Sabah, öğlen ve akşam sade bulgur pilavı yapıyordu aşçı. Bunca yıllık denizcilik hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Resmen yiyecek bir şey kalmamıştı gemide. Kurtlanmış un bile yoktu ekmek yapmak için. .Ve Gibraltar hala çok uzaktaydı.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Şirketle bağlantıdaydık. Kanarya Adaları daha yakındı ve ikmallerin buradan yapılması konuşuluyordu. Ama olmadı. Gelen talimatla rotanın hemen Gibraltar’a doğru değiştirilmesi isteniyordu. Ve Kanarya Adaları 2 günlük mesafedeyken rotamızı kuzey doğu’ya doğru değiştirdik. 3 gündür kesinti yapmamıza rağmen suyumuz da bitmişti. Tankların dibinde kalanları artık kovalarla çekiyorduk dışarı. Böyle giderse üzerine zehir sıkılan böcekler gibi titreye titreye ölecektik.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>16ncı günde Cebel-i Tarık boğazından bir kez daha aynı koşullarda girdik. Aç ve susuz. Fakat acı haber, Gibraltar’da kuyruk vardı, <span style="mso-spacerun:yes"> </span>gemilere yetişemiyorlardı ve bizi drifte yolladılar. Ertesi gün filikalardaki suları ölçü ile dağıtmaya başladık ve sıkıştırılmış acil durum peksimetlerini yemeye başladık. Açlıktan uyuyamıyordum artık ve çok susamıştım. Driftin 3üncü gününde, bu kadar açlığa rağmen hala zayıflamayan stajyeri pişirip yemeyi konuştuğumuz bir sırada, telsizden pilot istasyonuna doğru ilerlememizi isteyen kutsal ses yükseldi. Stajyer kurtulmuştu…</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>İlk önce yakıt ikmali yapıldı. Ardından oradan kalkıp su ve kumanya ikmali için karşı kıyıdaki Algericas’a demirledik. Kumanya geldiğinde uyuyordum. Köprüden aradılar “gel” diye. Hemen kalktım. Kaptan yukarı güzel bir piknik sofrası hazırlatmış. Kırmızı domatesler, yeşil hıyarlar, sarı peynirler, zeytinyağı içinde keyif yapan siyah zeytinler ve taze ekmek. Bu natürmort tablonun karşısında duygulanmamak çok zordu. Yedik… Ve patlayana kadar da su içtim. Ağır çekimde mutlulukla birbirimizi ıslattık. Çok mutluyduk gerçekten. Ertesi gün Akdeniz’in tanıdık sularında İstanbul’a doğru ilerlerken hepimiz tertemiz ve toktuk. Yanaklarımız pembeleşmeye başlıyordu yavaş yavaş.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>AHIRKAPI</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p> </o:p>Gibraltar’dan kalkışın 7nci gününde İstanbul’daydık. 17 Mart Çarşamba günü akşam saatlerinde Ahırkapı açıklarına demir attık. Şirketten bir sürü insan da doldu gemiye. Zor bir sefer geçirmiştik ve moral vermeye gelmişlerdi. Onlarla beraber Elektrikçiler, Makine bakım ekibi, Telsiz tamir servisi, yeni 2nci Kaptan, yeni Aşçı, yeni gemici, yeni yağcı... Duyan dolmuştu gemiye. O anda kumanya botu ve yedek parça taşıyan bot da bordaya yanaştı. Bir anda Nuh’un gemisine dönmüştü ortalık. Her köşeden tanımadığım bir adam çıkıyordu. Ve görür görmez o nerde, bu nerde diye soru bombardımanına tutuyordu. Kaptan telsizden çağırıyor, enspektör ayrı bir iş veriyor, malzeme getiren çocuk malzemeleri teslim almamı istiyor, personel ile ilgilenen adam çıkış yapacakların evraklarını istiyor,<span style="mso-spacerun:yes"> </span><span style="mso-spacerun:yes"> </span>kumanya botunun kaptanı kâğıtlarını imzalatmak için peşimden koşturuyordu. Sigortalarım ısınmaya başlamıştı. Bunlarla boğuşurken Seçkin de gemiden ayrıldı ve beni yalnız bıraktı. Kaç aydır beraberdik. Bir sürü zorluk atlatmıştık birlikte. Yaklaşık bir hafta sonra, Karadeniz dönüşü ben de ayrılacaktım ama onu karaya taşıyan acente botunun arkasından bakarken neredeyse ağlayacaktım.</p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span style="mso-spacerun:yes"> </span>Kâbus ise perşembe sabahının ilk saatlerine, millet son bota binene kadar sürdü. Herkesi uğurlayıp gönderdiğimizde, güvertede üstübü dolu şişko bir çuvalın üzerine attım kendimi. Bir gurup zenci tarafından tecavüze uğramıştım sanki. Kıçımda derman kalmamıştı. Saat 04:00da demir vardiyasını yeni 2. kaptana bırakıp kamaramda yatağın üzerinde bayıldım.</p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-34573467490487350122010-09-26T09:26:00.007+03:002011-01-10T05:09:52.324+02:00Tom Amca'nın Kulübesi<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhAF8ba4wJPVuD6A2OdoLTxxMmk3afcax0EAUWypKq2T8lcVlDhZqF2GWlyFbWfABPl61PQzy8Z8QB3m6iN6tqizMG8nFrQXz5JXuFkSMKVF-EXjSD5wFMj0R6bS_nKJir6WyQ0TjzDmg/s1600/1533817873_a6a954b847.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 216px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhAF8ba4wJPVuD6A2OdoLTxxMmk3afcax0EAUWypKq2T8lcVlDhZqF2GWlyFbWfABPl61PQzy8Z8QB3m6iN6tqizMG8nFrQXz5JXuFkSMKVF-EXjSD5wFMj0R6bS_nKJir6WyQ0TjzDmg/s320/1533817873_a6a954b847.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5521135534156401730" /></a><div style="text-align: justify;">24 Eylül saat 03:15'de Atatürk Hava Limanından girdim üç silahşörlerle beraber. Günüm sabah 8'de başlamıştı ve daha uzun sürecekti. Bilet işlemlerini bitirip vedalaştım beni oraya kadar getiren arkadaşlarımla. Pasaport işlemlerimi bitirip diğer tarafa geçtiğimde artık yalnızdım. Gözden kaybolmadan önce son bir kez el salladım geriye doğru. Alitalia'nın Roma'ya gidecek AZ703 sefer sayılı uçağı tam vaktinde havalanırken, Teachers'daki son veda gecesini düşünüyordum hüzünle karışık duygularla. Ayrılıklar bazen diğerlerinden daha zor olur. Bu ayrılık daha da bir zor olmuştu benim için. Her şeyimi zamanın yıpratıcı kollarına bırakıyordum bir kez daha.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">2 buçuk saat sonra İtalyan pilot çakılırcasına indi Roma'ya. Kokpite oturup bir uçağı kaldırıp, indiremem belki, ama o kadar çok uçtum ki bu bokun nasıl yapılıp, yapılmayacağını biliyordum az çok. Ama ne zaman Alitalia ile uçsam, Tanrıya daha bir yaklaşırım. İnemiyor adamlar. Pistin üstüne gelip, taş gibi düşüyorlar sanki. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Uçaktan inip otobüslerle hava limanına taşındık. Nasıl yer anlamadım. Şehir içindeydik sanki. Uçaktan, girişe kadar en fazla 200m yolu 15 dakikada aldık. Apronda resmen trafik vardı. Polisler düzenlemeye çalışıyordu bu karmaşayı, sen geç sen dur falan. Sonunda vardık kapıya ve inip küfür ede ede yürümeye başladım. Transit yolcuların arama noktasına vardığımda ise Miami uçağına yetişebilir miyim endişesi kapladı biranda içimi. En az 4 uçağın yolcusu, 5 tane manyetik güvenlik kapısının önünde, neredeyse ilerlemeyen upuzun bir kuyruk oluşturmuştu. Her yolcu zaten uçağa bindikleri yerde en az 2 kere aranmıştı, daha ne arıyorsunuz insanları anlamadım. Tam 1 saat o kuyrukta sıra bana gelmedi. Artık zincirleme küfür tamlamalarına geçmiştim. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Aramayı atlattıktan sonra Miami uçağına yetişmek için 20 dakikam kalmıştı. Koca hava alanında koştura koştura zamanında kapıya ulaşıp, uçağa bindim. Ama uçak zamanında kalkmadı. Tuvalete girmediğim için kendime küfürler yağdırdım çünkü uçak tuvaletlerine girmeyi hiç sevmiyordum.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"> 2 saat rötar ile havalandık. Bu benim için kötü olmuştu çünkü Miamiye indiğimizde diğer uçağa yetişmek için sadece 3 saatim olacaktı. Daha önceki deneyimlerimden bunun yeterli olmayacağını biliyordum çünkü geçen sefer sadece pasaport kontrolden 2 saatte çıkamamıştım.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Yerel saatle Amerika'ya 15:20' de indik. Pasaport kontrolden hiç zorlanmadan geçtim. İnanamadım. "Obama yüzünden mi acaba?" diye saçma sapan teoriler ile kafamı meşgul ederek Chek-in yaptırmak için American Airlines'in masalarına doğru yolculuğuma başladım. G bölümünü arıyordum ama hava alanı çok büyüktü. Yürüyen yolları kullanıp 20 dakikada anca vardım. Her geçen dakika uzun geliyordu bana çünkü her şeyi halledip uçağa binmeden önce free shop'dan alış veriş yapmak istiyordum. Gel görki American Airlines gişeleri benim acelemin hiç farkında değildi. Sadece 2 memur vardı ve yavaşlıkları yüzünden gittikçe uzayan bir kuyrukla ilgileniyordu. Önümde sadece 2 kişi olmasına rağmen, sıra bana 20 dakika sonra anca gelebildi. </div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bileti alıp hemen arama kuyruğuna girdim. Geçen sefer çok uzun zaman almıştı bu işlem. Ama bu sefer hızlı gelişti herşey. "Evet, evet kesinlikle Obama etkisi bu" dedim. Aramadan geçip Free Shop'a daldım.Ama bir şey alamadım. 1 saat önceden kesiyorlarmış satışı ve benim uçağımın kalkmasına 30 dakika kalmışmış. Bunu kasada parayı uzatırken söylüyorlar tabi... Aferin, 20 dakikamı yediniz durup dururken. Daha önceden bilseydim uçağa yetişmek için yusuflamazdım boşuna. Etrafıma bakınmaya başladım. G11 kapısını bulmam gerekiyordu ama ben G35'e yakındım. Eyvahlar olsun! Çok uzak... Tam panik başlayacakken bir tabela gördüm. Skytrain... Ne olaki? Bavullarımı kucaklayıp merdivenleri uçarcasına çıktım. Yukarı ulaştığımda tabiki ağzımdan solumuyordum artık havayı. Ulaşmak istediğim kapıya gidecek treni beklemeye başladım. Sakata gelmemek için etrafı gözlüyordum. Allahtan adamlar her şeyi basitleştirmiş. Yanlış kapıya gidecek trene binmek büyük gayret ister. Bu arada açılan bir kapıdan 150lik bir sürü Japon çıktı dışarı. Aa... Asansör varmış... Kendi kendime söylenirken tren geldi. Hemen ona atladım ve sevgili uçağıma gecikmeden vardım. Uçağa girince az daha kopacaktım. Uçak dolusu zenci vardı içeride ve tek soluk benizli bendim. Gülme krizini bastırmaya çalışıp yerime oturdum. Uçak da rötar yapmadan kalktı. Fakat hava çok kötüydü, kara bulutlar, yağmur, şimşek... İster istemez insanın götü 3,5 atıyor. "Uçak Kazası Raporu" belgeselinde, AA1049 sefer sayılı uçuşun hikayesinin parçası olmayı hiç istemiyordum.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Yol boyunca uyudum. Sadece baba bir türbülansda kelime-i şahadet getirmek için uyandım onu hatırlıyorum. Kalkıştan 1 saat 40 dakika sonra da, Amerikalı pilot mükemmel bir iniş yaptı. Algılarımın tam kapasite çalışmasına rağmen tekerleğin piste değiş anını algılayamadım bile. Sevindirik oldum hemen. Başka bir boyutta koltuğumdan kalkmış büyük bir gülümsemeyle alkışlıyordum pilotu. Aynı gülümsemeyle yanımdaki zenciye dönüp "Amerikalı abi işte Top Gun bunlar" demek istedim.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Pasaport ve gümrük kontrolünden sonra Jamaica'nın sıcak ve nemli akşamında havaalanından dışarı adımımı attım. Yerel saat 19:30'du. Hala 24 Eylül'deydim. Türkiye ise 25 Eylül 03:30 saatlerini yaşıyordu. Atatürk Havalimanından içeri adım atalı tam 24 saat olmuştu. Dışarıda beni karşılayacak elemanı göremedim. Bir banka oturup, az eşya olan bir valizimi diğerine ekleyip yükümü sayı olarak azaltım. İşim bittiğinde Yaşlı bir zenci amcanın elinde "Palencia" yazılı bir kağıt tutuğunu gördüm. Bizim şirketin gemilerinden birinin adıydı bu. Benim katılacağım geminin adı ise Paradero'ydu. Her halde karışıklık olmuş diyerek adama kendimi tanıttım. Minivan'a bavulları yükleyip yola koyulduk. Yolda amca telefonu bana uzattı. Nicko denilen adam arıyordu. Bizim şirketin Jamaica sorumlusuydu. Hoşgeldin beş gittin dedikten sonra geminin demirde olduğunu söyledi ve elektirik arızasınından bahsetti ve bir elektirikçi ile gemiye gideceğimi söyledi. "İyi" dedim ben de. Dediklerini çok anlamamıştım açıkçası.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Botun kalkacağı yerde bir elektirikçi karşıladı beni. İngilizce olarak bir arızadan bahsediyordu. Kağıtlar çıkardı arızayla ilgili. İçimden "böyle bir İngilizceyi sadece biz konuşuruz" dedim. Adama baktım "Birader Türk'müsün?" dedim. "Evet" dedi. Adamla tanıştık ama adam hala elektirik arızasından bahsediyordu. Gemi Tuzla yapımıymış her şey baştan sağma yapılmış falan derken "dur" dedim. Çünkü benim katılacağım geminin Alman yapısı olduğunu biliyordum. "Gemide kaptan kim" dedim. Adam bilmediğim birinin ismini söyledi. "Geminin adı ne" dedim. "Palencia" dedi. Dedim bir yanlışlık olmasın? Ben Paradero'ya katılacaktım. O da "sen 2. mühendis değil misin?" diye bir soru sordu. "Yok" dedim "ben 2 zabitim"... Adam beni birakan minivana doğru koşmaya başladı durdurmak için. Meğer Almanyadan bir elektirikçi gelecekmiş bu elektirik sorununu çözmek için. O da onu bekliyormuş. Ortalık karıştı tabi. Zavallı Almancık herhalde hala havaalanındaydı. Telefon görüşmelerinden sonra durum daha iyi anlaşılıp organize edildi. Meğer beni o gece beklemiyormuş danalar. Ve o herifi havaalanında görmesem Almanın durumunda ben olacaktım. Geminin Pazar günü geleceğini ve beni otele yerleştireceklerini söylediler. İçimden derin bir oh çektim. Bu yorgunlukla bana bundan daha iyi bir haber verilemezdi sanırım.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Abartısız bütün gün uyudum. Bir tek kahvaltıya inip geldim. Sonra biraz internete girip bütün cumartesini geçireceğim yatağıma geri döndüm. Gemiye katılışların ilk günleri hep zor olur. Alışana kadar insan kendini daha bir yalnız hisseder. Alışınca sabır çarkları işlemeye başlayacak elbette ama şimdi duruyorlar. Bir tek o koku sakinleştiriyor içimdeki çalkantıyı.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-52238557986508178982010-09-23T03:57:00.011+03:002012-04-16T00:42:33.043+03:00DESPEDIDA<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiQORe8_XwEOVJzSebFTMLia_MK50c4wBKUWTn7v35OfCOxq1IRX5o7jTkPHLXwSt1SY945hwZDkl5Zj5v2gqDBIfDBb4gyOExGJgiOgoiwJhLVUAqPqPR_o5C-nV-mhghXA043F4cHjg/s1600/barca.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5520025802900959906" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiQORe8_XwEOVJzSebFTMLia_MK50c4wBKUWTn7v35OfCOxq1IRX5o7jTkPHLXwSt1SY945hwZDkl5Zj5v2gqDBIfDBb4gyOExGJgiOgoiwJhLVUAqPqPR_o5C-nV-mhghXA043F4cHjg/s320/barca.jpg" style="cursor: hand; cursor: pointer; float: right; height: 261px; margin: 0 0 10px 10px; width: 320px;" /></a><br />
<div style="text-align: justify;">
GİTMELER VE GELMELER</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Bazen monotonluk boğar insanı, kaçmak ister bulunduğu yerden, arkasına bakmadan, çığlık ata ata... Ama çoğunun gideceği bir yer yoktur yada arkada bıraktığı çoktur, cesaret edemez. Ben giderim... Üstün cesaretimden değil belki, gitmek istesem de istemesem de giderim, işim bu ... Yeni ülkeler, yeni insanlar, yeni denizler, yeni maceralar. Bazen sıkıcı, bazen kalp durduracak kadar heyecanlı, zaman zaman mide bulandırıcı ama her daim yorucu ve ruh yıpratıcı...</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Seyirdeyken zaman da boldur düşünmek için. Mola verdiğin kara hayatında yaşananlar, yaşanabilecekler ve bıraktıklarınla doldurur kafatasının içi. Boş bırakmamaya çalışırım kendimi, yemek istemiyorsan, çalışıp oyalamak gerekir kafayı.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama sonra geri dönerim kaçtığım yerin monotonluğunu özleyerek... İstediğim zaman istediğim şeyi yemenin, istediğim zaman ayaklarımı uzatıp televizyon seyretmenin, kapıyı açtığımda toprağa basmanın değerini özleyerek dönerim. Hayatı kaçırdığımı düşünüp boşuna üzülmüş olduğumun farkına varırım her döndüğümde. Giden gitmiştir, kalan kalmıştır belki ama hayat genel olarak fazla değişmeden akmıştır yokluğumda ve arkadaşlarım sayesinde, uzun bir reklam arası verdiğim hayatıma kolayca uyum sağlarım her defasında.</div>
<div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ciao...</div>
<div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
</div>
</div>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-65461906643322538732010-09-02T19:16:00.012+03:002010-09-03T00:51:06.783+03:00Seyir Hikayeleri 5<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglAcoY0aG75nHuqj5T3gjwGe9ak-9G3NDngPThjJVv6kouz0ar2SiViz8HSzRZSDIkNvEuVRY4YloHI9sf8h9RxeaV5Jh7rXAGsUazDmfF-KNUiYKyuR2eJt-lm8fIzEHEtfMbQeRhYw/s1600/indir.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 216px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEglAcoY0aG75nHuqj5T3gjwGe9ak-9G3NDngPThjJVv6kouz0ar2SiViz8HSzRZSDIkNvEuVRY4YloHI9sf8h9RxeaV5Jh7rXAGsUazDmfF-KNUiYKyuR2eJt-lm8fIzEHEtfMbQeRhYw/s320/indir.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5512351472895595938" /></a><p class="MsoNormal" style="text-align: left;"><st1:personname productid="LA HABANA" st="on"><span class="Apple-style-span" style="font-size:medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:'times new roman';">LA HABA</span></span></st1:personname><span class="Apple-style-span" style="font-size:medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:'times new roman';">NA</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size:medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:'times new roman';"> </span></span></o:p></p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Nuevitas’dan kalkışımızın ikinci gününde akşamüstü Havana’ya ulaştık. Uzun giriş işlemlerinin ardından, kalabalık bir “Gümrük Ordusu”, gemiyi çok sıkı bir şekilde baştan aşağıya aradı. Bulmalarını istemediğimiz hiçbir şeyi bulamadılar ama işleri çok uzun sürdü ve bizi yordu. Akabinde, liman işçileri gecikmeden gemiye doluşmaya başladı. Stewedor ile konuşup, karşılıklı bilgi alış verişi yaptık. Tahmin ettiğimiz gibi tahliye 1 günden kısa bir sürede tamamlanacaktı. Nuevitas’da ki gibi bir mucize yaşamamız da biraz zordu çünkü bu limandaki vinçler gayet modern ve bakımlı gözüküyorlardı.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">İlk rulolar ambardan çıkartılmaya başlandığında Kaptanla beraber dışarı çıktık. Günün sona ermesine 1 saate yakın bir süre kalmıştı. Ne fazla vaktimiz vardı, ne de enerjimiz kalmıştı. Çok dolaşmadan, o saatte hala açık olan bir restoran bulup oturduk ve sipariş ettiğimiz leziz deniz mahsullerini mideye indirdik. Yemek sonrasında birkaç Mojito içip, yeni günün erken saatlerinde geminin yolunu tuttuk. Bu kısa sürelik tur sırasında bile gördüğüm şeyler çok hoşuma gitmişti. Bu sokaklarda doya doya dolaşamayacağım düşüncesi beni gerçekten üzüyordu.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Yanaşmamızın ertesi günü öğle vakitlerinde ambarlarımızda kalan son yükler de boşaltılmıştı.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Ama kalkmadık…</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Armatör, mevcut makine arızasının giderilmesi için, İstanbul’dan, Şirketin makine enspektörü ile beraber bir tamir ekibi yollamış ve de limanda onarım bitene kadar kalmak için izin almıştı. Yani “Küba Mucizesi” devam ediyordu. Bu haber karşısında sevinç çığlıklarımızı tutamadık. Nuevitas’dan ayrıldığımız da bozulan moraller bir nebze olsun yerine gelmişti. Zira yük operasyonu yoktu. Liman kontrolleri de daha tahliye sırasında tamamlanmıştı. Makineciler çalışadursun, bizim gemide ıvır zıvır işlerden başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Böyle bir durum denizde insanın başına çok nadir gelir, belki de hiç gelmez. Her saniyeyi değerlendirmek artık vazifemizdi.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">2nci kaptan ile beraber her fırsatta şehre iniyorduk. Havana, Küba’nın başkentiydi ve 2 milyonu aşan nüfusu ile sadece Küba’nın değil, Karayip bölgesinin de en büyük şehriydi. Görkemli “El Capitolio”(*1), “Büyük Tiyatro” binası, Havana Katedrali, Kolonyal kaleleri, eski Amerikan arabaları, faytonlar, İspanyol esintisini sızdıran Arnavut kaldırımlı dar ara sokaklar, tatil sezonu olmamasına rağmen turistleri bu tarihi şehre çekiyordu. Dolayısıyla da gece ve gündüz hayat diğer şehirlerine göre daha parıltılıydı. Şehrin, koloni döneminden kalan binaların bulunduğu “Eski Havana”, genelde turistlere yönelik mekânlarla doluydu. Yüksek avlulu butik oteller, dükkânlar, restoranlar, kafeler, barlar, genelde bu bölgede toplanmıştı. Sabah, akşam her köşede, her mekânda müzik ve dans vardı. Muhtemelen anaları, salsa ya da rumba yaparken doğurmuştu bunları. Birbirlerinin kollarında uyum içinde süzülen bu insanları büyülenmiş bir vaziyette izliyordum her defasında ve izlerken kendimi bir tomruk gibi hissediyordum. Sonradan derin bir pişmanlık duysam da, beni dansa davet eden güzel Kübalı kızların gazına gelip, kendimi onların kollarına atmadım. Eğer içtiğim romların etkisiyle sosyal fobimi yenseydim, muhtemelen yıllarca müzik karşısında inatla suskun kalarak betonlaşan belimi orada bırakırdım.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Bu rüya kentte, genelde yabancıların fazla uğramadığı mekânları bulmaya çalışıyorduk. Bu yerlerde her şey neredeyse yarı fiyatına oluyordu ve yerel halktan insanlarla daha kolay tanışabiliyorduk. Küba müziği eşliğinde, değişik yemekler yiyip, bol bol rom içiyorduk. Tabii ki bazen bu araştırmalarımız yüzünden, yanlış yerlere de dalabiliyorduk. Girdiğimiz böyle bir yerde, daha nasıl olduğunu anlayamadan, çevremizi saran, yaklaşık 10 tane tacizci hatuna, Mojitoları ısmarlamıştık bile. Şükür ki ucuz bir yerdi. Ama maddi ve manevi olarak hepsiyle başa çıkmak mümkün değildi. Çevremizi sadeleştirmeyi beceremediğimiz için, ortamdaki baskın östrojene rağmen mucizevî bir şekilde testosteronumuzu dizginleyip, fazla söğüşlenmeden mekânı terk etmeyi başarmıştık. Bravo doğrusu!</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Her gecemiz, Mojito, Cohiba, müzik ve eğlenceyle dolu geçiyordu ama bazı sorunlarımızı Küba’ya gelişimizden beri hala giderememiştik. Kumanya sıkıntı yaratmaya devam ediyordu. Menümüz iyice daralmıştı artık, bu yüzden de personel homurdanmaya çoktan başlamıştı. Nuevitas’dan aldığımız koltuk kumanyası neredeyse bitmişti. Gemiye zorla getirttiğimiz Şipşendır(*2) da bize pek yardımcı olamadı. Eline verdiğimiz listenin anca yarısını, onu da eksik olarak sağladı. Ne yazık ki Küba, her şeyi bolca sağlayabileceğiniz ülkelerden biri değildi. Bu şekilde Atlantik’i geçmek mümkün olamazdı. Henüz yeni yükleme limanı da belli olmamıştı ve eğer yükleme tekrar bir Küba limanı olursa, aynı sorun devam edecekti.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Bir diğer sorunu da bir usta gemici yarattı. 2nci Kaptanın kendisine haksızlık yaptığını düşündüğünden, morali bozulmuş ve artık bu gemide çalışmak istemediğine karar vermişti üçkâğıtçı. İneceğim diye tutturdu paşam ve ortalığı birbirine kattı. Sebepsiz bir aşağılık duygusu içerisindeki bu şahsiyeti ikna çalışmaları, sinir bozukluğu olarak bize geri dönünce, şirketten adamın acilen çekilmesini istedik. Bu postalama işi yine bana patlayacaktı çünkü gidecek olan adam kıç tarafta manevralarda benim emrimdeydi ve yerine başka biri gelmeyecekti. </span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Bu meseleyi çözdüğümüzü düşündüğümüz sırada diğer bir usta gemici de boş mazeretlerle gelerek inmek istediğini söyledi. Tı Allah'ım ya... Güzel geçen günleri illa bir şey zehir edecekti bize. Bunu, sefere devam etmesi için kesinlikle ikna etmemiz gerekiyordu çünkü gemilerde “Safety Manning” diye bir belge vardı. Bu belge gemide donatılması gereken minimum makine ve güverte personelinin sayısını gösterirdi. Eksik gemici, makineci ya da zabit ile herhangi bir limandan kalkmak mümkün olamazdı. Bu yüzden ayrılmak isteyen gemiciyi gönderirsek, mutlaka yerine birinin gelmesi gerekiyordu ama bunun için zaman yoktu Makinecilerin işleri neredeyse bitmek üzereydi ve ertesi gün kalkmamız muhtemeldi. Cuma günündeydik, Türkiye’de konsolosluklar kapalıydı. Personel Müdürü hemen birini bulsa bile vize işlemleri ve yol dâhil, adamın Küba’ya gelmesi en az 5 günlük bir süreçti. Her saati para demek olan ticari bir geminin böyle bir mazeretle limanda o kadar süre boyunca kalması şirket için hiç hoş olmazdı. Gemici, kaptan kamarasında inatla “İkna İttifakı’na” direnirken, adama laf anlatmak için yırtınan Kaptan'ın gözlerinden, içindeki patlamayı nasıl dizginlediğini anlayabiliyordunuz. Geçen uzunca zamanın ardında direnç hala kırılamayınca, Kaptan, Çarkçıbaşı ve Problem Gemici hariç herkesi dışarı çıkarttı. Kapalı kapılar 2 saat sonra açıldığında, ikna çalışmaları 6ncı saatini aşmıştı ama herkesin yüzü gülüyordu. Adam Çarkçıbaşı’nın da yardımıyla, Kaptan tarafından ikna edilmişti. Kamara boşaldığında Kaptanın ilk ağzından çıkan cümle “ Uğraştığımız şeye bak _mına koyayım” oldu.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">13 Şubat Cumartesi günü makinecilerin işleri tamamen bitmişti. İstanbul’dan gelenleri uğurladıktan sonra ayrılış işlemlerine başlandı. Gideceğimiz liman hala belli olmamıştı. Bu yüzden kalktığımızda, Küba karasularının dışına çıkıp sefer talimatı bekleyecektik. Öğlen saatlerinde evrak işleri tamamlandı ve manevra için yerlerimizi aldık. Bir kez daha veda vakti gelmişti. Bu sefer bizi uğurlamaya gelen arkadaşlar yoktu sahilde. Ardımızdan el sallayanlar sadece, işlerini bizi Küba toprağına bağlayan son olan halatı da mola ederek bitiren, cana yakın Palamarlardı (*3). </span></span></p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Limanın içinde, Kızıl Meydan’daki Sait Basil katedralini anımsatan, altın renginde kubbeleri olan Ortodoks kilisesini bordaladığımızda, halatların hepsini güverteye alıp, neta etmiştik. Limanın dar çıkışına doğru ilerlerken, filika güvertede, tayfaların tahtadan yaptıkları derme çatma bir iskemleye oturup, puro yaktım ve veda ettiğimiz Havana’yı izlemeye başladım. Kısa bir süreliğine de olsa bu şehrin ruhunu içime çekebildiğim için mutluydum. Bir gün önce gezdiğimiz yerlerde başkaları dolaşıyordu. Fotoğraf çekme telaşındaki turistler, el ele dolaşan sevgililer, yürüyüş yapan aileler, koşuşturan çocuklar, banklara oturmuş yaşlılarla beraber Havana da hayat devam ediyordu. Manzaralarına kısa bir süreliğine dekor olduğumuz herkes el sallıyordu bize. Bu hep duygulanmıştır beni. İçimdeki burukluk artarken yüzlerini seçemediğim bu insanlara ben de el sallayarak karşılık verdim</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Dışarıda hava boktandı. Kuvvetli kuzeyli rüzgârların önüne kattığı dalgalar kıyı şeridini dövüyordu. İstanbul’daki Lodos manzaraları vardı sahil yolunda. Limanın girişindeki El Morro’yu (*4) bordalayarak Limana veda ettik. Bodoslamamızda patlayan dalgalarla mücadele ederek, drift (*5) yapacağımız </span></span><st1:metricconverter productid="12 mil" st="on"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">12 mil</span></span></st1:metricconverter><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> açığa doğru yıldız rotasında ilerlemeye başladık. Havana ardımızda küçülmeye başlamıştı. Birazdan O da anılarını yanımıza aldığımız diğer limanlar gibi ufukta kaybolacaktı.</span></span></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p></p> <p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></o:p><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">*1) Eskiden Hükümet binası olarak kullanılan, 1959 Küba Devriminden beri de “Küba Bilimler Akademisine” ev sahipliği yapan neoclasic yapı. Biraz Beyaz Saray’ı andırıyor. 55 basamaklı geniş bir merdiven ile kapısına ulaşılıyor. Merdivenlerin bitiminde, girişin her iki yanında kocaman 2 bronz heykel bulunuyor. Binanın büyük kubbesi altındaki ana giriş bölümüne girdiğinizde de, Tanrıça Athena’dan esinlenerek yapılmış, </span></span><st1:metricconverter productid="15 m" st="on"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">15 m</span></span></st1:metricconverter><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">.lik, altın kaplama, </span></span><i><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">“</span></span><st1:personname productid="La Estatua" st="on"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">La Estatua</span></span></st1:personname><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> de </span></span><st1:personname productid="la Republica" st="on"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">la Republica</span></span></st1:personname><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">”</span></span></i><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> ile karşılaşıyorsunuz. Yapı içinde bulunan dünyanın en büyük 3üncü heykeliymiş. Züper.</span></span></p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">*2) Shipchander… Gemilere malzeme ve kumanya sağlayan kişi yada şirketler.</span></span></p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">*3) Gemilerin limanlara yanaşma manevraları sırasında halatları babalara takan, kalkış manevrasında da mola eden işçiler.</span></span></p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">*4) Kısaca “</span></span><span class="apple-style-span"><i><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">Castillo de los Tres Reyes Magos del Morro”.</span></span></i></span><span class="apple-style-span"><i><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;"> </span></span></i><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">İspanyollar tarafından 1589 da inşa edilen, Havana Limanının girişindeki burunda, hala sapasağlam nöbet tutan bir kale.</span></span></span></p><p class="MsoNormal" style="text-align:justify"><span class="apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: medium;"><span class="Apple-style-span" style="font-family:arial;">*5) Gemilerin emniyetli bir yerde makinesi harekete her an hazır vaziyette, demir atmadan, kontrollü şekilde beklemesi.</span></span></span></p>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-55028760249075818472010-08-22T23:17:00.026+03:002010-09-02T17:54:38.092+03:00Seyir Hikayeleri 4<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKpJGklvlVyEg7m4qydyJSRy3P_haNEDi9RrS2aHrZC_PWBHaLWAdf3-Rb-MFgCI7zta8upyxw7NIK7ym2XI0LU8_jc4hflpxYRX0KEAN61iQkoMZNg2cEO6KhyphenhyphenzoiPIzYc8NCQAKSug/s1600/436px-Treasure-island01.png"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5508582183122554754" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 233px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKpJGklvlVyEg7m4qydyJSRy3P_haNEDi9RrS2aHrZC_PWBHaLWAdf3-Rb-MFgCI7zta8upyxw7NIK7ym2XI0LU8_jc4hflpxYRX0KEAN61iQkoMZNg2cEO6KhyphenhyphenzoiPIzYc8NCQAKSug/s320/436px-Treasure-island01.png" border="0" /><span class="Apple-style-span" style="COLOR: rgb(0,0,0); -webkit-text-decorations-in-effect: none"><br /></span></a><div>LAND HO ! <p class="MsoNormal">“Kara göründü”…</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify; tab-stops: 63.0pt">Adını, Yeni Dünya’yı ilk gören kişi olarak tarihe yazdıran, Pinta’nın gözcüsü, Rodrigo de Triana, 1492 yılının 12 Ekim’i saat 02.00 sularında böyle bağırmıştı avazı çıktığı kadar. Gemicileri isyanın eşiğinde olan Cenovalı’nın da içine su serpilmişti bu çığlıkla. Yeni bir kıta keşfettiğinin farkında olmayan Kolomb, Bahamalar’ın bir parçası olan bu küçük adaya, San Salvador adını vermiş ve İspanyol toprağı ilan etmişti.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Yaklaşık 500 küsur yıl sonra, biz de bu zevki Gibraltar’dan çıkışımızın 22.gününde, San Salvador’un yaklaşık <st1:metricconverter productid="200 mil" st="on">200 mil</st1:metricconverter> güney doğusunda kalan, Caicos Adalarını görerek yaşadık. Güneşli bir öğleden sonra, gölgeler yavaş yavaş uzarken, sakin bir havada, Caicos Kanalına giriş yaptık ve lanetli Atlantik geçişimizi kimseyi denize atmak zorunda kalmadan tamamladık. Aksilik çıkmadığı takdirde, Küba’daki ilk tahliye limanımız Nuevitas’a bir günde kolaylıkla aşacağımız, 300 millik bir yolumuz kalmıştı.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Daha önce de bu sularda bulunmuştum. Birçok insanın tatil hayallerini süsleyen kıyıların ev sahibi Karayib Denizi. Kartpostallarda gördüğümüz Türkuaz sular, beyaz kumlar ve denize doğru boynunu uzatmış palmiyeler. Her ne kadar arkadaşlarımca, Karayibler ismini zikredince çok şanslı görünsem de 5 ay boyunca, konteynır limanlarının tipik keşmekeşliğinden başka çok az şey görmüştüm buralarda. Buna rağmen, bir zamanlar ünlü korsanların cirit attığı bu sularda seyir yapmak, haritalarda ilerlemek ve ilersi için tatil hayalleri kurmak bile benim için çok zevkliydi.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiDdyLETXqz88X4w75yzYLQ1TOrHTiN6pBSDIDi1gO-aYo6sVOYkxP8GgogjXIV1UeufRtN-IK22G5qKgmKcffpEpIvVe3q7PdnX5OPdWqsPnuHzlGEONh9h2_T2Ks43ic-TwQSke9ycA/s1600/H22628WIndiesAa.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5508582669781988610" style="FLOAT: right; MARGIN: 0px 0px 10px 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 220px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiDdyLETXqz88X4w75yzYLQ1TOrHTiN6pBSDIDi1gO-aYo6sVOYkxP8GgogjXIV1UeufRtN-IK22G5qKgmKcffpEpIvVe3q7PdnX5OPdWqsPnuHzlGEONh9h2_T2Ks43ic-TwQSke9ycA/s320/H22628WIndiesAa.jpg" border="0" /></a>YENİDÜNYA</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR">Şubat ayının 3üncü günü sabah saatlerinde, gece varıp, yüksek suyu </span><span style="font-size:0;"><span class="Apple-style-span" style="font-size:x-small;">(</span></span><span class="Apple-style-span" style="font-size:x-small;">*1)</span><span style="mso-ansi-language: TR"> beklemek için demirlediğimiz koydan demir alarak, gelen tonton pilotun kılavuzluğunda Nuevitas limanına yanaşmak için manevraya başladık. Koyun suları çok sığ olduğundan sadece şamandıralarla markalanmış, kısıtlı bir hat içerisinde yol almamız gerekiyordu. Yani pilotun verdiği rota komutlarını, dümencinin hatasız bir şekilde uygulaması icap edecekti. Fakat manevradan hemen önce jeneratör çöktüğü için Gyro pusula </span><span style="font-size:0;"><span class="Apple-style-span" style="font-size:x-small;">(*2)</span></span><span style="mso-ansi-language: TR"> devreden çıkmış ve manevra saatine kadar da toparlanamamıştı. Bu da pilotun vereceği yön değerlerini, dümenci için anlamsız kılacaktı. Pusula yoksa yönde yoktu. Alternatif olarak Manyetik pusulayı kullanabilirdik ama ne yazık ki o da gemide doğru çalışmayan cihazlarımızdan birisiydi. Normal bir manevrada bile koca gemide dümen tutabilecek güvenebileceğimiz bir gemicimiz bulunmadığından Kaptan dümene benim geçmemi istedi ve 4.kaptanı, yerime kıç manevraya gönderdi. Hiç şaşırmadım, çünkü böyle durumlarda piyango nedense hep bana vurur. Dümen tutmak en kıl olduğum işlerden biridir. Dikkat ister. Hele de böyle dar yerlerde… Kulağınız pilotta, gözünüz bir pruvada bir cayro pusulada, gemiyi verilen rotada tutmaya çalışmak, zevkli olmayan, yorucu bir iştir. Şimdi bide pusula yoktu başıma.</span></p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Karadaki alametleri kullanıp, hatasız şekilde, gemiyi pilotun istediği rotalarda tutmayı başardım ve sorunsuzca yanaşmayı gerçekleştirdik. Küçük, virane bir limandı burası. Bizim tonajda ancak tek geminin sığabileceği bir iskelesi vardı ve beton kaplamasının yer yer çatlayan yerlerinden otlar fışkırmıştı. Kötü durumda, 3 adet eski Sovyet yapısı kreyn gözüküyordu. Depolama sahasında, yanaşma manevrası sırasında uzaktan köpek sürüsü sandığım bir gurup keçi, gemiye çıkış izni bekleyen onlarca işçiye aldırış etmeden, kafalarına göre takılıyordu etrafta.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><br /></p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">NUEVITAS</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Kontrol işlemleri bitip yük hesabı yapılırken, Stewedor’dan acı bir haber aldık. Adam bize bakıp, utanmadan tahliyenin en fazla 1 gün süreceğini ve ertesi gün akşam saatlerinde geminin kalkabileceğini söylüyordu. Tam bir şok... Donduk kaldık bu cümlenin üstüne. Ayrı bir boyutta, adamı boğazlıyordum. Gerçekten o anda heriften nefret ettim. 31 gün süren, kâbus bir yolculuktan sonra, limanda sadece bir gün kalmak… Başka bir kâbus olmalıydı bu. Gözlerimden yaşlar, Japon çizgi filmlerinde ki gibi çılgınca boşalacaktı neredeyse. <span style="mso-spacerun: yes"></span>Haber gemide salgın hastalık gibi bir anda yayıldı ve tüm gemi personelinin morali anında yerle bir oldu. Biz bu sinir harbini yaşarken, tahliye de öğleden sonra başlamıştı.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Sadece bir gece dışarı çıkabilecektik. Hayalimizde, seferin belli olduğu günden beri kurduğumuz “Küba Gecelerini” sadece o akşam tadabilecektik. Çünkü bir sonraki tahliye limanı olan Havana’ya boşaltılacak yük çok azdı ve tahminimize göre, sadece yarım günde bitirirlerdi bizi orada ve hemen yallah derlerdi.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Kaptanın bir muhteşem izni ile daha 2.kaptanla beraber akşam dışarı çıktık. Neuvitas’ın merkezinden epeyi uzaktık ve bizi oraya götürecek bir vasıta aramaya başladık. Köy gibi bir yerdi burası. Evlerin kapılarının hepsi istisnasız açıktı. Hatta dışarıya yüksek müzik saçan açık bir kapılardan birine bar diye daldık. Şort atlet vaziyetindeki bir adam, oturduğu koltukta, yüzümüze baka kalmıştı. İki tarafta ilk şaşkınlığı atlatınca, ev sahibi ile beraber kahkahayı basmıştık. <span style="mso-spacerun: yes"></span>Yarım saat karanlık sokaklarda dolaştıktan sonra, mobilet tipli ufak bir motosikletin arkasında, gemiye dönen 4.kaptanla karşılaştık ve onu yürümeye mahkûm ederek, aracına el koyduk. Sürücü dâhil 3 ayı, tek silindiri ile yeri göğü inleterek bizi taşımaya çalışan, bu zavallıya binerek yola koyulduk.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Sürücü bozuk yollardan dikkatlice ilerlerken, yolu kısaltmak için girdiği benzincide, yakıt alımını henüz tamamlayan bir polis aracının yanından geçti. Arkama baktığımda, polislerin koşarak araçlarına bindiğini gördüm. Sevgili şişko sürücümüzde dikiz aynasından görmüş olacaktı ki, gazı kökledi. Sanırım bu göt kadar alete, 3 kişinin kasksız olarak binmesi burada da yasaktı. Artık çukur mukur dinlemeden, bozuk yolda Allah ne verdiyse gazlıyordu stajyer Azrail. Mübarek cihaz da anlaşılmaz bir biçimde, adeta uçuyordu. Hafif bir yokuş iniyorduk ve aletin üzerinde üçümüzün ağırlığı toplamda 250 kiloyu geçiyordu. İvmelenme inanılmazdı.<span style="mso-spacerun: yes"> </span>Yolda o kadar çok çukur ve tümsek vardı ki, genelde hep havadaydık. Her uçuşumuzda yere temasımızın nasıl bir felaket ile sonuçlanacağını düşünüyordum. Motorun donanımı, yükümüzü nasıl çekiyordu anlamıyordum. Cenazelerimizin, Türkiye’ye mi gönderileceği yoksa Küba’ya mı gömüleceğini düşündüğüm bir sırada, ani bir frenle durduk. Tam da kelime-i şahadet getirmek için boğuşuyordum hâlbuki. Sürücü İspanyolca bir şeyler söyleyip bizi motordan neredeyse attı ve attığı gibide gazlayıp yok oldu. Para bile isteyememişti adamcağız. 10 saniye sonra da, tepesinde mavi ışıklar dönen, yeşil bir şey önümüzden son sürat geçti. Polis aracı, sirenleri eşliğinde hızla geçerken dopler etkisine de canlı olarak şahit olmanın zevkine vardık.</p><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhLyzcmE_rrC8YOSDSw7LTc-20ApGtCG-FTC5wQvgP0r4Tkqh8m6_6sbKGol3muJMeiK4aEoXtdV4GPrDs3VlF5h9UXqNswF6mNdEOiDK9NFCBhGZRBQ5Vo54p23ZsjuSRbCfyVszgvVw/s1600/DSC03862.JPG"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5508583155548342210" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 180px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhLyzcmE_rrC8YOSDSw7LTc-20ApGtCG-FTC5wQvgP0r4Tkqh8m6_6sbKGol3muJMeiK4aEoXtdV4GPrDs3VlF5h9UXqNswF6mNdEOiDK9NFCBhGZRBQ5Vo54p23ZsjuSRbCfyVszgvVw/s320/DSC03862.JPG" border="0" /></a> <p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Kahkahalarımızı bastıramıyorduk indiğimiz yerde. Gülme komasına girmiştik. Hıçkırıklar ve kapı gıcırtısını andıran sesler çıkararak, az önce başımızdan geçen şeyi, sanki tek başımıza yaşamışız gibi birbirimize anlatmaya çalışıyorduk. Ama gülmekten ciğerlerimize hava girmediği için, pek anlamlı sesler çıkmıyordu ağzımızdan. Çevrede olaya şahit olan insanlar da bizle beraber gülüyorlardı. Geceye harika başlamıştık.<span style="mso-spacerun: yes"> </span></p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Biraz sakinleştikten sonra, hedefsiz halde bilmediğimiz kasabada, eğlenmek için mekan aramaya başladık. Daha araştırmamıza başlamamızın üzerinden bir dakika geçmemişti ki, biraz önce bizim halimize şahit olan, Kübalı iki genç kız, arkamızdan yetişerek bizi durdurdu. Bize İspanyolca bir şeyler anlatmaya başladılar. Bizde gram İspanyolca yoktu ama ağızlarından çıkan her kelime o kadar şiirsel gelmişti ki bana, kızlara sarılmak istedim o an. İngilizce olarak, anlamadığımızı söylemeye çalıştık kızlara, üstüne de içmek için yer soruyorduk. Ortada el hareketleri ile desteklenen İspanyolca ve İngilizce kelimeler uçuşuyordu. İki tarafta tek kelime anlamıyordu tabi. O sırada arkadan gelen, İngilizce bilen arkadaşları sayesinde, aynı konu hakkında, ayrı dillerde konuştuğumuzu anladık. Biz içmek için yer soruyorduk, onlarda yanlış tarafa gittiğimizi, yöneldiğimiz tarafta bir şey bulamayacağımızı anlatmaya çalışıyorlardı. Dil problemi tercümanımız tarafından çözülünce hep beraber tarif ettikleri yere doğru yürümeye başladık.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Genişçe bir parkın etrafında, içki satan küçük küçük büfecikler vardı. Onlardan birinin, beton zeminli küçük bahçesinde, yere sabitlenmiş bir masanın çevresindeki sandalyelere oturduk. Bizi oraya getiren kızları ve sonradan iyi arkadaş olacağımız, tercümanımız Raul’u da masamıza davet ettik. Kızlardan biri siyahîydi. İsmini hatırlamıyorum, Zaten sonradan yanımızdan ayrıldı. İsmini hatırlamadığım, ilerleyen saatlerde 2.Kaptanla işi ilerletecek olan başka bir arkadaşları geldi yanımıza. Beraberce komik bir sohbete başladık. Ortak dilleri olmayan insanların, birbirleri ile anlaşmaya çalışmaları gerçekten çok eğlenceli oluyordu.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Benim yanımda oturan, beyaz tenli, düzgün hatlara sahip, orta boylu, ince bir kızdı. Dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülüyordu. Işıltılar saçan kapkara gözleri vardı. Gülümsemesini hiç eksik etmediği dudaklarında, çocukken geçirdiği bir kazadan miras kalan, küçük bir yara izi vardı. Üzerine, siyah bir straples ve küçücük, dar bir kot şort giymişti. Belli etmemeye çalışarak incelemeye çalışıyordum kızı. Gerçekten tam bir Latin güzeliydi Yaquelin.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Biz sohbeti ilerletirken Parkın kenarında bulunan sahnede hareketlilik başladı. Biz de küçük gurubumuzla beraber içkilerimizi alıp, parkta ki beton bankların birine yerleştik. Zaman geçtikçe popülaritemiz de artmaya başlamıştı. Küçük bir kasabaydı ve fazla yabancı uğramıyordu sanırım buraya. Bu yüzden çektiğimiz ilgi fazlaydı. Tabi bizde fazlasıyla cömerttik. Alkol çok ucuzdu. Bir şişe Havana Club yaklaşık 5 Amerikan dolarına geliyordu. Her merhaba diyenin eline bir bardak Rom ya da bira tutuşturuyorduk hemen. Şanımız yürüsün.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Müzik başladığında etrafımıza bir sürü insan toplanmıştı. Birçoğu ile sonradan arkadaş olduk. Herkesten, sürüyle meraklı sorular alıyorduk. Sıcak insanlardı, hareketlerinde en ufak bir düşmanlık ya da art niyet yoktu kimsenin. Gece, hayatım boyunca zevk aldığım zamanlar listesinde, hızla ilk 10’a doğru koşuyordu. Hoparlörlerden yükselen kan kaynatıcı Latin ezgileri eşliğinde dans eden insanlar, güzel kızlar ve Havana Club… Cennete düşmüş gibiydim. Yaquelin tüm gece boyunca yanımdaydı. Çok güzel anlaşıyorduk. Ki aynı dili konuştuğunuz kızlarla bile anlaşmak mümkün olmaz bazen.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Gece yarısı, bu güzellikleri bırakıp, Nuevitas için normal bir ulaşım aracı olan fayton ile gemiye geri döndük. Biraz uyuduktan sonra, saat 08.00’de kalkarak, işimizin başına geçtik. Liman işçileri coşmuş bir biçimde çalışıyorlardı. Paslı yükle ilgili bir sorun da yaşamadık. <span style="mso-spacerun: yes"></span>Sahildeki eski görünümlü, bakımsız vinçler, koca ruloları 4er, 5er alarak, sahilde bekleyen, eski tip kamyonlardan, kasalarını traktörlerin çektiği, çeşitli araçlara hızlı bir şekilde yüklüyorlardı. Ama Stewedor’un pis kehaneti, her ne kadar hızlı çalışsalar da, tutmayacak gibi gözüküyordu. Muhtemelen sabaha karşı kalkardık buradan. Bu bir gece daha, dışarı çıkabileceğimiz anlamına geliyordu.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Hava kararırken, vardiyamı gündüz dışarı çıkan 4üncü kaptana bırakıp, hazırlanmaya başladık. Liman kapısından çıktığımızda, Yaquelin’in bizim için yolladığı, motosikletli arkadaşları tarafından alınarak, dün geceki mekâna yollandık. Bu sefer sorunsuz bir yolculuk olmuştu.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Vardığımızda, Yaquelin ve arkadaşı bekliyordu bizi. İçkilerimizi alıp, yıldızlı bir gökyüzü altında, parktaki yerimizi aldık. Yeni insanlar da vardı çevremizde. Bu gece Latin şarkıları yükselmiyordu sahneden. Kendi müziğimizi yaratıyorduk, hep beraber İspanyolca, Türkçe şarkılar söyletmeye çalışıyorduk birbirimize, yorumlamaların komikliği karşısında da gülmekten kırılıyorduk. Her şeyden soyutlanmış bu dünyada, daha önce tatmadığım bir mutluluk içerisindeydim.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Ama güzel anlar çabuk biter. Saat 2de bütün personelin gemide olması gerekiyordu. Gitmeliydik. 2 günde kaynaştığımız bu sıcak insanlarla vedalaşmak çok zor gelmişti. Ayak sürüyerek gemimize döndük.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvR0zWNbyrm9-HU3TMGYzOaDHa4oB9dzsJ_luep0x-Fy9nfwtX3fNZmPvuiiisbSMTWGkgFa2B6a8TlXCF6f_eNOUiX93l6C3Q1_v5C8JF5yhAfgmaKvGVvp4PxC-WbKXaB6q1wEQPQg/s1600/IMG_5933.JPG"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5508584947338517986" style="FLOAT: right; MARGIN: 0px 0px 10px 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 214px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvR0zWNbyrm9-HU3TMGYzOaDHa4oB9dzsJ_luep0x-Fy9nfwtX3fNZmPvuiiisbSMTWGkgFa2B6a8TlXCF6f_eNOUiX93l6C3Q1_v5C8JF5yhAfgmaKvGVvp4PxC-WbKXaB6q1wEQPQg/s320/IMG_5933.JPG" border="0" /></a>TANRININ İNAYETİ VE KUTSAL KAZA</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">2nci kaptanla, kafamız bi dünya, motordan indiğimiz yerden, liman kapısına doğru, düz bir şekilde yürümeye çalışıyorduk. Ortalık çok sessizdi. Çevrede hiçbir hareketlilik yoktu. Etrafta ne bir liman işçisi, ne de bir kamyon gözüküyordu. “Yük bitti mi lan” dedik ve pergelleri olabildiğince açtık. Ama yük bitseydi hemen bizi bulurlardı, başka bir gariplik vardı ortada. Sahil kreyni bir garip duruyordu. Biraz daha dikkat kesilince, kreynin kolunun, anlam veremediğimiz bir biçimde geminin üzerine doğru uzandığını gördük. Oha! Kreyn resmen geminin üzerindeydi. Koşarak gemiye çıktık.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR">Kreynin mantilya teli </span><span class="Apple-style-span" style="font-size:x-small;">(*3)</span><span style="mso-ansi-language: TR"> kopmuştu ve telin tutuğu kocaman kol da, geminin üzerine düşmüştü. Normalde büyük bir kaza olabilecekken inanılmaz bir şekilde, geminin hiçbir aksamına zarar bile vermeden olmuştu bu olay ve kimsenin canı da yanmamıştı. Sadece, iskele tarafta, kolun cundası, vurduğu yerde güverte saçını biraz göçertmişti. İçeri girip, vardiyadaki 4üncü kaptandan, olayın nasıl olduğu hakkında bilgileri aldık. Kimseye bir şey olmadığı için çok şanslıydık.</span></p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Sabah, bir liman yetkilisi geldi gemiye. Diğer sahil kreynleri çalışmadığı için, teli kopan kreynin kolunu geminin üzerinden kaldırmak için, başka bir şehirden, iki vinç ve tamir ekibi geleceğini ve bunların gelişinin de anca 2 gün sonra olabileceğinden bahsediyordu. Daha cümlesine nokta koymamıştı. <span style="mso-spacerun: yes"></span>Adamın sesi gittikçe uzaklaşmaya başladı. Kendimi birden, yukarı doğru yükselirken buldum. Yanımda da 2nci kaptan vardı. Gökyüzündeydik, yüzümüzdeki geniş gülümsemeyle birlikte, beyaz bulutların arasında uçuyorduk. Kendime geldiğimde adama sıkıca sarıldım. Babasın...</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Resmen, düşünce gücümüzle, teli kopartmıştık. Bu “<i style="mso-bidi-font-style: normal">Kutsal kaza</i>” sayesinde, Nuevitas’da muhteşem bir 4 gün daha geçirecektik.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify">Gündüzleri, 4üncü kaptanla beraber, alış-veriş bahanesiyle dışarı çıkıyordum. Her şey güzeldi fakat kumanyamız da bitmişti artık. Dışarıdan, en azından 1 çuval un ya da 200 adet ekmek satın almam gerekiyordu. Küba’da devlet, halka un, tuz, şeker, bakliyat gibi temel ihtiyaçları karne ile dağıttığından, bu gibi şeyleri her istediğinizde, marketten sağlayamıyordunuz. 2 saatlik bir aramadan sonra, hiçbir yerde bulamadım zaten aradıklarımı. Fırınlar 200 adet ekmek vermeyi ret ediyordu çünkü sayılı üretiyorlardı. Bize istediğimiz miktarı verirlerse, haftalık dengeleri bozulacaktı. Raul’u aradım. Ben Yaquelin ile parkta otururken, O ve 4üncü elinde unu olan birini arayıp buldu. Beraberce gittik. Adam sokağın köşesinde bekliyordu bizi. Sadece 2 kişinin una bakabileceğini söyledi. Raul’la beraber, gizlice, salaş bir evin bodrumuna girdik. Bir çuvalda 40 kilo kadar un vardı. Baktım, pis ya da böcekli değildi, aldık orada unu. Sonra başka bir adam bulundu, yine gizlice evine girip, unu kontrol ettim. Bu da 30 kilo kadardı ve sorunsuzdu ama durum garipti. Evlere görünmeden girip, görünmeden çıkmaya çalışıyorduk. Önce evden biz çıkıyorduk, unlar sonra tuttuğumuz at arabasına yükleniyordu gizlice. Yeraltından unu, kokain muamelesiyle alıyorduk.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR"><o:p></o:p></span>Geceleri de, 2nci kaptanla dışarıdaydık. Her akşam, yemek sonrası liman çıkışında bizi bekleyen motorlara binip, merkeze iniyorduk. Yaquelin, motordan indiğimiz yerde beni bekliyordu hep. Havana Club’ları alıp parktaki yerimizi alıyorduk. Rom, Puro, Latin Müziği eşliğinde muhteşem vakitler geçiriyorduk. Evimdeydim sanki. Yaşıyordum burada. Nefes alabiliyordum. Hiçbir şeyi özlemiyordum. Ama buda bitecekti. Tuttuğum eller, yarın avucumun içinde olmayacaktı. Baktığım gözler karşımda olmayacaktı yarın. O son gece ayrılamıyorduk oradan. O motorlara binip gemiye yollanamıyorduk. İdamımızı, hiç gelmeyecekmiş gibi uzatmaya çalışıyorduk. Sarılacaklarımıza sarıldık, öpeceklerimizi öptük ve bindiğimiz motorların arkasında dudağımız düşük limana geri döndük.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR"><o:p></o:p></span>8 Şubat 2010 pazartesi günü öğleden sonra Nuevitas tahliyesi bitti.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR"><o:p></o:p></span>Denizciydik ve gitmeye alışıktık biz. Pervane dönüp, ardımızda köpüklü bir iz bırakarak ilerlediğimizde bırakırdık her şeyi ayrıldığımız yerde. Ama bu sefer çok dramatik olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Adamlarıma, halatları toplamalarında yardım etmemiştim ilk defa. Son halat da güverteye alındığında, küpeşteye yaslanıp bir sigara yaktım. Limanın dışında, her gece motorlara bindiğimiz yerde bizi uğurlamak için gelenlerin el salladığını görebiliyordum hala. Boğazıma bir şey düğümlenmişti. Son bir karşılık verdim. Kalbimden bir parçayı daha bir limana bırakıyordum. Böyle bir hayata ne dayanır ki?</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR"><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR">*1) Gün içinde oluşan gel-git’lerde, suyun yüksek zamanı.</span></p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR"></span>*2) Cayro okuruz. Yönleri kusursuza yakın gösteren, elektrik ile çalışan Pusula.</p><p class="MsoNormal" style="TEXT-ALIGN: justify"><span style="mso-ansi-language: TR">*3) Bom’u tutan bir tel.<o:p></o:p></span></p></div>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-39296950379149834522010-08-20T19:31:00.018+03:002010-08-22T15:19:54.276+03:00Seyir Hikayeleri 3<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5Y6E018r2FyTp5WL2RzkO-qXhM2j5dfbqV0dM7CJvAyk8aL5kxsd2YL7DgLqoW4U2fMZQd4jyliwSS-lZWUTIezSILNNnjtEPa4wdyts4fUTXfF0OwFzIr7Pt-_-jXy7uiMWfSNlFfA/s1600/Jonah003.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 258px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5Y6E018r2FyTp5WL2RzkO-qXhM2j5dfbqV0dM7CJvAyk8aL5kxsd2YL7DgLqoW4U2fMZQd4jyliwSS-lZWUTIezSILNNnjtEPa4wdyts4fUTXfF0OwFzIr7Pt-_-jXy7uiMWfSNlFfA/s320/Jonah003.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5508189796457891618" /></a>LANETLİ JONAH<br /><br /><div style="text-align: justify;">Tam 25 gün önce buradaydık. Harap ve bitap bir vaziyette, seperasyon’un (*1) karşı şeridinden, Herkül Sütunları’na doğru giriş yapıyorduk. Şimdi yeni bir yılın içindeydik. Fakat Atlantik’de değişen bir şey yoktu. Batılı ‘swell’ler ile karşılandık ve daha ‘bismillah’ demeden gemi baş-kıç hareketine başladı.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Boğazın çıkışından, Caicos geçidine, Kaptan’ın da onayını alarak, kerte hattı (*2) bir rota çizmiştim. Büyük Daire’yi (*3) kullanmadım çünkü hem aralarında çok büyük bir mesafe farkı yoktu hem de büyük daire seyri yaptığımız takdirde Atlantik’de daha Kuzeyli enlemlere tırmanmak zorunda kalacaktık. Bu da daha kötü meteorolojik şartlara, daha fazla maruz kalmamıza neden olacaktı. Buralarda hava böyleyse, 1 derece bile yukarda nasıl olduğunu görmek istemiyordum.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Yaklaşık 250 rotası ile aşağı doğru iniyorduk. Cebel-i Tarık’dan çıkalı daha 200 mil bile olmamıştı. Öğle vardiyamın 3üncü saatine giriyordum. Çay saati gelmişti. Kamarot çayımı ve yanında bisküvi getirdi. İşte buna sevinmiştim. Gemide beni en sevindiren şeylerden biridir çay saatinde börek ya da bisküvi çıkması. İşlerimi bir kenara bırakıp, pencerenin önüne yerleştim ve bir sigara yaktım. Sakin sakin pruvayı seyredip, çayımı yudumlarken köprüüstündeki telefon çaldı. İskenderun limanında gemiye katılan Çarkçı başıydı hattın diğer ucundaki. Çevrede demirleyecek müsait bir yer olup olmadığını soruyordu bana! Neredeyse ağzımdakileri püskürtecektim soruyu idrak edince. “Yuh” dedim mına koyim, daha neler… Okyanustaydık ve altımızda en az 2000 m su vardı ve en yakın kara parçası da bize 1 gün uzaklıktaydı. Yoktu tabi böyle bir ihtimal. Uygun bir dille izah ettim. O zaman hemen stop etmemiz gerektiğini söyledi.Kaptan’a haber verdim.<br /><br />Ve durduk...</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Gibraltar’dan ucuz diye aldıkları yakıt tırt çıkmıştı. Kalitesiz fuel oil de enjektör memelerinde soruna sebep olmuştu. Bu, silindirlere pompalanan yakıtın, optimum şekilde atomize olup, yanma odasına dağılmasını sağlayan bir parçaydı. Yani, evde çiçeklerin yapraklarına su püskürttüğümüz, “fıs fıs” dediğimiz alet gibi iş görürdü ve bizimkiler püskürtme yerine işemeye başlamıştı. Bu şekilde yola devam etmek imkânsızdı. Sökülmeleri ve yerine yenilerinin takılmaları gerekecekti. Fakat elimizde de yedeklerinin olmadığını öğrendik. Bu çıldırtıcı bir şeydi. Uzak yola gidiyorduk. Bu gibi parçaların yedeklerinin mutlaka gemide olması gerekiyordu. Ama bizimkiler, limanda bu parçaları yeniledikleri için, yedek bulundurmaya gerek duymamışlardı sanırım. Çarkçıbaşı, söktüğü parçaları temizleyip, alıştırarak tekrar monte etmeyi deneyeceğini söyledi ve makine personeli ile hemen işe girişti.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Beklemekten başka çaremiz yoktu. Kumanda altında olmadığımızı belirten iki siyah küreyi(*4) grandiye (*5) çektik ve kendimizi denizlerin insafına bıraktık. Geminin üzerinde yol olmadığından, swell ve dalgalara hemen borda verdik. Buda bizi çok daha fazla yalpaya düşürmeye başladı. Hacı yatmaz gibi sallana sallana kuzey-doğuya doğru saatte 2 mille sürüklenmeye başladık.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Makinecilerin işleri neredeyse 12 saat sürmüştü. Pervane ancak gece 12-4 vardiyamın son saatine girilirken tekrar dönmeye başladı. Kaptanla sohbet ederken, Çarkçıbaşı yağ ve ter içinde girdi köprüüstüne. Sorunu hallettiklerini söyledi. Sevindik tabi, tekrar yol altında olmak güzeldi. Durduğumuz zamandan, makine çalışıp, gemiyi rotaya tekrar soktuğumuz ana kadar, yaklaşık 25 mil kuzeye sürüklenmiştik. Bu toplamda yaklaşık 14 saatlik bir kayıp olacaktı bizim için. ETA’mızı(*6) çok etkilemeyecek bir gecikme sayılırdı. Saat 05.00’e yaklaşırken kamarama giderek uyudum.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Kalktığımda hava daha da kötüleşmişti. Öğle yemeğimi yiyip, köprüüstüne çıktımda, tornanın düşürülmüş olduğunu gördüm. Yine başlamıştık. Geçen seferi hatırladım. Tüylerim ürperdi. Daha Maderia’yı (*7) bile bordalamamıştık, yani neredeyse hala Avrupa’daydık. Hava düzelmezse, bu yolculuk kâbusa dönebilirdi. Bunları düşünürken, ana makine tekrar stop etti. Enjektörler yine su koyuvermişti. Aklımıza gelen başımıza geliyordu.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bu sefer, denizlerin etkisi daha vurucu oldu. Atlantik bizi dövmekten bıkmıyordu. Yürümekte de zorlanıyorduk artık. Gökyüzü, boz bulutlarla sarmalanmıştı, rüzgâr kuvvetli esiyor, köpürerek kırılan dalgalar bordada patlayarak güverteye giriyor, ambarların üzerinden aşıp diğer taraftan denize dökülüyordu. Şimdi bir de yük için endişelenmeye başlamıştık.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bu şekilde yarım gün sürüklendikten sonra, makineciler tekrar, makineyi çalıştırmayı başardı ve pruva tekrar rotaya girdi. Hava yüzünden düşük tornayla ilerliyorduk. Ayrılan çarkçıbaşı, tornayı düşürdüğünde, yakıtı değiştiriyor ve dizelle devam ediyordu. Ama yeni çarkçıbaşımız dizele kıyamadığından, fuel oil ile devam etmekte ısrarcıydı. Bu ısrarcılık yüzünden de enjektör memeleri en az 2 günde bir sorun çıkarıyordu. Her duruşumuzda da günde ortalama 12 saate yakın, enjektörlerin sökülüp, alıştırılarak tekrar takılmalarını bekliyorduk. Gibraltar’dan ayrılışımızın 7. gününe girerken bu olay artık bizim için rutin hale gelmeye başlamıştı. Çıkıştan, yaklaşık 600 mil uzaklıkta olan Maderia Adalarını, neredeyse yeni ardımızda bırakmıştık. Resmen, lanetlenmiş gibi ilerleyemiyorduk. Gibraltar, Nuevitas arasındaki mesafenin 1/6’sını bir haftada ancak alabilmiştik.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bulunduğumuz enlemde ‘Hâkim Batı Rüzgârları’ etkiliydi. Rüzgârlar ve önüne kattığı denizler hep batı veya güney-batıdan geliyordu. Yani hep kafadan ya da sancak baş omuzluktan alıyorduk dalgaları, bu da baş-kıç yapmamıza neden oluyor ve makinenin tornasının düşürülmesine sebep oluyordu. Bu alandan kurtulmamız gerekiyordu. Biran önce rotayı güneye çevirerek, <i>At Enlemleri</i>’ni aşmalıydık ve <i>Alizelerin</i> estiği bölgeye inmeliydik. Böylece, Ticaret rüzgârlarını, kıç tarafımızdan alıp, tam yola geçebilirdik. Bence iyi bir plandı. Kaptan da bu öneriyi kabul etti ve ilerlemekte güçlük çektiğimiz, mevcut rotamızdan çıkarak, güney-güney batıya doğru inmeye başladık. 30 derece kuzey enlemini bulduğumuzda, rotamızı Caicos geçidine tekrar döndürecektik.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">450–500 mil kadar bu rotada ilerledik. Bu neredeyse, Karadeniz’in bir uçtan diğer uca mesafesiydi. Enjektör sorunu devam ediyordu ama artık durup, sürüklenme süremiz, Çarkçıbaşı bu konuda uzmanlaştığı için 3te 1 azalmıştı. 30 derece enlemini de geçmiştik, fakat rüzgârların yönünde ve şiddetinde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Kuzey yarı küre kış mevsiminin ortasındaydı ve bu yüzden de Alize kuşağı 25 derece enlemine kadar gerilemişti. Rotayı biraz güney batı’ya yaklaştırarak yola devam ettik.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Ticaret Rüzgârlarını 26 derece enleminde bulduk. Sweller hala kuzey batı yönlüydü ama yumuşuyorlardı artık. Rüzgâr da kıç tarafımıza geçtiğinden, denizler lehimize dönmeye başlamıştı. Artık tam yolla ilerleyebiliyorduk. Hava da açılmıştı, boz bulutlar dağılmış, yerini mavi bir gökyüzüne ve tüy bulutlara bırakmıştı. Enjektörlerde sorun devam ediyordu ama artık durduğumuzda çok sallanmıyorduk. Yeni bir sorun belirmişti ufukta. Sefer, makine arızaları yüzünden, planlanan zamanın çok ötesine geçmişti. Taze sebze ve meyveleri çoktan tüketmiştik. Uzun zamandır, et, kuru bakliyat ve hamur işi yiyorduk ama onların da bir sınırı vardı. Yolculuk, bundan sonra başka bir aksaklığı kaldıracak durumda değildi.</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Bir diğer baş ağrısı da, hava düzeldiği zaman, yükü kontrol etmek için, ambar kapaklarını açtığımızda yaşandı. 2 numaralı ambarın üst tarafındaki yüklerin tamamı, yüzeysel atmosferik pas içindeydi. Görüntü korkunçtu. Yükün üst kısmı tamamen kahverengiydi. Yüklerin üzerindeki pas yetmezmiş gibi, çok da pis kokuyordu. 2. kaptan bu duruma çok üzülmüştü. Tahliye sırasında büyük problemler yaşayabilirdik. Hemen adamları ambara indirerek, fırçalama işine başladık. Limana vardığımızda, yükün üzerinde pastan çok az iz kalacaktı</div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">*1) Genelde, sıklıkla kullanılan rotalarda, dar geçitlerde, boğazlarda veya sahillere yakın bölgelerde ki gemi trafiğini düzenlemek amacı ile oluşturulan, harita üzerinde işaretlenmiş, kullanması zorunlu, gidiş-geliş rota şeritleri.</div><div style="text-align: justify;">*2) Marcator haritalarında, iki nokta arasında boylamları aynı açı ile kesen düz çizgi.</div><div style="text-align: justify;">*3) Pihuu… Bir küre üzerinde, iki nokta arasındaki en kısa mesafe bu iki noktadan geçen bir büyük daire yayıdır. Bunu anlatan koca kitaplar var, buraya anca bu kadar.</div><div style="text-align: justify;">*4) Bunun gibi bazı durumlarda, her durum için ayrı gündüz işaretleri çekilir. Dürbünle sizi izleyen seyir halindeki diğer tekneler ne gibi bir bokun içinde olduğunuzu anlar ve ona göre hareket ederek, sizden neta olurlar. Gece de ışıklı versiyonlarını kullanırız. İki kürenin gece hali üst üste, her yönden görülebilen iki kırmızı fenerdir</div><div style="text-align: justify;">*5) Geminin direklerinden biridir. Tam armalı yelkenli gemilerde baştan itibaren direkler; pruva, grandi, mizana ve kontra mizana olarak sıralanır. Günümüz ticari gemilerinde de genellikle miyar güvertenin üzerinde bulunan, geminin en yüksek direğidir. Bu direğin serenlerinde genellikle radar antenleri, haberleşme cihazlarının antenleri, silyon feneri ve bayraklar bulunur.</div><div style="text-align: justify;">*6) Estimated Time of Arrival, tahmini varış zamanı kısaltkası</div><div style="text-align: justify;">*7) Portekiz’e ait, özerk bir ada devleti. </div>tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-82509935026432095842010-08-16T23:51:00.000+03:002010-08-18T12:08:41.234+03:00Seyir Hikayeleri 2<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh81GJP79w4Oaa4W68DIzpQ2NB1XRxcY7FWUngWq9PzVSj4K37EOtLMvF3GzkaQ4NdoklqqD26OOXv_eCoPc7GPOPkouE1gAvBbPp7I85WQKpudINK_76yNcnX5InMxZYPtJtZfYZWLDw/s1600/the_lagoon_at_sunset.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 154px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh81GJP79w4Oaa4W68DIzpQ2NB1XRxcY7FWUngWq9PzVSj4K37EOtLMvF3GzkaQ4NdoklqqD26OOXv_eCoPc7GPOPkouE1gAvBbPp7I85WQKpudINK_76yNcnX5InMxZYPtJtZfYZWLDw/s320/the_lagoon_at_sunset.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5506115509598368018" /></a><br />TÜRKİYE GÜNLERİ<br /><br />25 Aralık günü birçok ülkede insanlar, akşamki Noel yemeğine hazırlık yaparken, biz İskenderun’daki Sarıseki iskelesine yanaşıyorduk. Borda merdiveni sahile değer değmez curcuna da hemen başladı. Yaklaşık 7 personel gemiden ayrılacaktı ve 10 kişi de katılacaktı. Gidenlerin çıkış ve yeni katılanların giriş işlemlerini bitirdiğimde saat gece yarısına yaklaşmıştı. İşleri daha erken bitirip, dışarıda yemek yeme hayalleri kurduğumdan, aşçının akşam yemeğine dokunmamıştım, dolayısıylada açtım. Şirketten gelenlerin kiraladıkları arabayı alıp, 2. kaptanla beraber, bir şeyler yeme umudu ile İskenderun’a indik. Fakat şehir ölüydü. Açık bulabildiğimiz tek adam gibi yer Madoydu. Biraz börek yiyip gemiye döndük. Ertesi gün de uzun Küba seferi için gerekli kişisel ikmalimizi yaparak İskenderun defterini kapattık ve tahliyenin bitmesini beklemeye başladık.<br /><br />Yükün tahliyesi 2 gün içinde bitti ve boş bir şekilde yükleme limanımız Nemrut’a doğru seyre başladık.<br /><br /> Türkiye’de, gidilecek en boktan limanlardan biridir Nemrut. İzmir ilinde, Aliağa’nın bitişiğinde bir koya kurulmuş, çeşitli şirketlere ait iskelelerden oluşan bir liman. O kadar sapa bir yere kurmuşlar ki limanı, kamyon harici ana yola çıkmak için çok ter dökmeniz gerekir. Limanda da ne free shop vardır ne bir market. Kısacası bok gibi bir yerdir.<br /><br /> İşte, yeni yıla girişimiz bu limanda olacaktı. <br /><br />Türk limanındaydık, memleketi yakın şehirlerde olan vatandaşlar hemen evlerine gitti. Ulaşım güçlüklerine göğüs gerecek cesareti olan birkaç şaşkaloz da Aliağa’ya indiler. Gemide, vardiyası olanlar hariç pek kimse kalmamıştı. Üç kişi, florasanlların beyaz ışığı ile aydınlanan Zabitan salonunda, fakir bir Rakı sofrası kurduk. Uydu anteni bozulduğu için televizyonumuza iptidai bir anten uydurarak aptal yılbaşı programlarını cızırtılı olarak seyretmeye başladık. <br /><br />Yalnız geçen bir yılbaşı daha… 1997 senesinde de yılbaşını bu limanda geçirmiştim. O zaman daha bir stajyerdim ve evden uzakta geçirdiğim ilk yılbaşım idi. Bu tür özel ilan edilmiş günleri pek önemsemem, fakat yinede biraz içim buruldu. Sevdiğim insanlardan yine uzaklardaydım. Dünya, Güneş etrafındaki bir yıllık turunu milyonlarca yıldır yaptığı gibi yine tamamlarken, zabitan salonunun soluk atmosferinde, hüzünlü düşüncelere dalmıştım.<br /><br /> Ne acıdır ki bu güne rağmen liman aralıksız çalışıyordu. Yılbaşı sofralarında, Sahipler, ilik dolu şiş göbeklerini rahatsız eden kemerlerini gevşetirken, Nemrut Limanına, uzaklarda bir yerlerde patlayan binlerce liralık havai fişeklerin, ne ışıkları ne de sesleri yansıyordu. Kamyonlar, vinçler, forkliftler ve liman işçileri… Rulo demir telleri, teker teker yüklenmeye devam ediyordu. Bu yüzden, bize de rahat yoktu. Sabaha kadar vardiyada kalacaktım. <br /><br />Sıkıcı bir 3 günden sonra buradaki yükleme de nihayet sona erdi. 7000 ton tel demir rulosu ile yüklenmiş vaziyette 3 Ocak gecesi bardaktan boşanırcasına bir yağmur ve kuvvetli rüzgâr eşliğinde kalkış manevrasına başladık. Hava çok kötüydü. Koyun içerisine kadar giren koca dalgalar, kalkışımıza yardım edecek römorkörleri bir yukarı kaldırıyor bir aşağı indiriyor ve aşırı yalpaya maruz kalmalarına yol açıyordu. Baş posta çoktan römorköre halat vermişti fakat kıç taraftaki Römorkörün kaptanı halat almak için gemiye yanaşmaya çekiniyordu çünkü her denemesinde bir dalga römorkörü kaldırıp, neredeyse bulunduğumuz yerin üzerine kadar çıkarıyordu. Yarım saat uğraştıktan sonra zar zor iki tane halat vermeyi başardık ve eşitleyip babaya volta edebildik. Normal bir havada tek bir halat yeterli olurdu, fakat bu aşırı deniz şartlarında iki halat bile emniyetsizdi. Geminin yanaşma pozisyonu sebebi ile liman çıkışı arkamızdaydı ve kıç taraftaki, su üstünde kendisine bile güçlükle hâkim olan römorkör tarafından çekilecektik. Tüm yük verdiğimiz bu iki halata binecekti. Halatlar patlayabilirdi. Biri yaralanabilirdi. Ana makineye yol verene kadar da sahile toslayabilir ya da sürüklenip diğer gemilerin üstüne çıkabilirdik. Bu kötü bir ihtimaldi tabi. Beni geren diğer şey de römorkörün, halatı mola edeceği zamandı. Çünkü iki halat da biz onları güverteye alana kadar su üzerinde yüzecekti. Muhtemelen römork, halatları bıraktıktan kısa bir süre sonra Kaptan ana makineye yol vermek isteyecekti. Halatları zamanında içeri alamazsak, pervaneye dolanma riski vardı, bu da felaketin adıydı. Böylece ilk ihtimalin sonuçlarına ek olarak pervaneyi de elimize alabilirdik.<br /><br /> Kaptanın telsizden yükselen, “Kıç taraf, tüm halatlar mola!” komutu ile sahilde kalan son spring halatını da mola edip, güverteye aldık. Römorkörler bindirmeye başladı. İskeleden yavaşça avara olurken, çatırdayan halatlardan olabildiğince neta durduk. 2 gemicimle beraber, çıldırmış sağanak altında römorkörü gözlüyorduk. Gemi yüklü olduğundan freeboard(*1) iyice alçalmıştı. Bu yüzden kıç tarafta patlayan dalgalardan nasibimizi azami şekilde alıyorduk. Her dalgada kıç güverte sular altında kalıyordu. Manevra için gerçekten harika bir geceydi… <br /><br />Şiddetli rüzgâr, sağanak yağmur, kocaman dalgalar… Genelde dünyanın her yerinde bu gibi hava koşullarında, bütün giriş-çıkışlar havanın, pilotaj hizmetini sağlıklı bir şekilde tekrar verilebilecek duruma gelesiye kadar askıya alınır. Ne römorkör kaptanları, ne kılavuz kaptanlar bu hava şartlarında çalışmazlar. Gemiyi kaldırmak için bize gelen kılavuz kaptan da gemiye çıkmış ama Kaptanla konuşup, “Bu havada manevradan sonra inmem zor olur” diyerek, gemiden inip, kıyıdan yardım etmeyi teklif etmişti. Kaptan da kalkışı ertelemeyerek bu öneriyi kabul etmişti. Bu yaptığı cesaretimiydi yoksa basiret bağlanması mı bilemiyorum ama çoğu Kaptan bunu, gemi ve personel güvenliği sebebiyle kabul etmezdi.<br /><br />Şansımız vardı ki, o gece halatlar patlamadı ve römorkör, halatları mola ettiğinde, iki halatı da insanüstü bir güçle, hızla kıç güverteye alabildik. Ana makine sorunsuzca çalıştı ve pervane dönmeye başladı. Derin bir oh çektik. Adamlarımla beraber kıç üstünü neta edip, başarılı geçen her manevradan sonra yaptığım gibi bir sigara yaktım. Sırılsıklamdım ve vücudumdaki kasların çoğu ağrıyordu. Yumuşak yastığım ve yorganım gözümde tütüyordu. Duş aldıktan sonra, hafif bir müzik açıp keyifle uyumak için neler vermezdim. Ama 1 saat sonra vardiyam başlayacaktı. Hayallerime en azından 5 saat kavuşamayacaktım. Sigaramın koru izmarite yaklaşırken, puntellere (*2) dayanıp karanlıklar içerisindeki Ege’yi seyretmeye başladım. En sonunda 5471 deniz millik Küba seferimiz başlamıştı.<br /><br /><br />AKDENİZ ETABI<br /><br />Her şey yolunda giderse, 19 gün içinde, Küba kıyılarını ufukta görebilecektik. Fakat daha yola çıkar çıkmaz makinede oluşan bir sorun sebebi ile Çeşme açıklarına demirlemek zorunda kaldık. Neyse ki ortaya çıkan aksaklık, kısa bir süre içerisinde giderildi ve tekrardan yol almaya başladık. <br /><br />Akdeniz de hava güzeldi. Güneş her gün yüzünü gösteriyor, ılımlı rüzgârlar denizi kızdırmadan, sadece okşuyordu. Hava raporları da gayet güzeldi. Gemi, sakin suları beyaz köpüklere boyayarak, rotasında sorunsuzca ilerliyordu. Vardiyalarımdan sonra her fırsatta gün batımını seyretmek için baş kasaraya (*3) gidiyordum. Geminin en sakin yeriydi burası. Ana makinenin ve bacanın sesi buraya kadar ulaşmıyordu. Sadece baş bodoslamanın önünde dans eden dalgaların huzur verici sesi duyuluyordu. Deniz kıyısındaymış gibi hissediyordum kendimi burada. Zaman zaman neşeyle geminin bulbı (*4) ile yarışan Yunuslar da katılıyordu tek sigaralık keyfime. Bu şekilde sorunsuzca Ege’yi, İyon denizini ve Kuzey Afrika kıyılarını geçip, yola çıkışımızın yedinci gününde yakıt ve su ikmali yapacağımız Gibraltar’a ulaşarak yolculuğumuzun Akdeniz etabını da bitirmiş olduk.<br /><br />Nedense, Gibraltar’ı çok severim. Pek matah bir yer değildir aslında. Yaklaşık 7 km2’lik küçücük bir yarımadanın üzerinde, Gibraltar Kayasının batı kıyısına kurulmuş bir şehirdir. 15 yıl süren, İspanya Veraset Savaşı sırasında, birleşik İngiliz-Hollanda kuvvetlerince, 1704 yılında işgal edilmiş ve 1713 Utrecht Antlaşması ile İspanya, Gibraltar’ı Büyük Britanya bırakmak zorunda kalmıştı. Akdeniz’in girişinde, Cebeli-Tarık boğazına tepeden bakan konumu sayesinde, yıllarca stratejik değerini korumuş ve İngilizlerin en önemli Donanma üslerinden biri olmuştu. Günümüzde de Britanya’nın deniz aşırı toprağıdır ve Akdeniz’in en işlek ikmal merkezlerinden biridir.<br /><br />Biz de Gibraltar’dan, toplamda 400 ton fuel oil ve diesel oil ikmali yapıp, su almak için koyun karşı kıyısında ki bir İspanyol şehri olan Algericas’a geçtik. Burada da su tanklarımızı doldurup 10 Ocak Pazar günü, Cebel-i Tarık boğazından bir kez daha çıkış yaparak, Atlantik’e açıldık. <br /> <br /><br />*1) Geminin güvertesi ile yüzdüğü su hattı arasında kalan mesafeyi ifade eder.<br />*2) Gemilerde metalden yapılan korkuluklar.<br />*3) Bazı gemilerin baş ve kıç tarafında, asıl güverteden yüksek olan kısa güverteler.<br />*4) Gemilerin baş bodoslamalarının su içindeki kısmında bulunan şişkinlik. Yumru yada soğan da denir.tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-60397715355302822042010-07-11T15:11:00.006+03:002011-01-25T13:34:14.756+02:00Ünlü Denizciler 2<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGXpERZSlOboIaYxeP-MxRJnz6j1hD7tZEeBsk_Grtbj-uvt7QVaMN5bcS9RdAhuH7bg0_z0Xk20zV_HnvFfVAuYLvzro5Zi8O2d-rXEA-3QgGduWvANWsP0Y7PhD2r0477BwfEw7sVg/s1600/corto_profile.jpg"><img style="float:right; margin:0 0 10px 10px;cursor:pointer; cursor:hand;width: 248px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGXpERZSlOboIaYxeP-MxRJnz6j1hD7tZEeBsk_Grtbj-uvt7QVaMN5bcS9RdAhuH7bg0_z0Xk20zV_HnvFfVAuYLvzro5Zi8O2d-rXEA-3QgGduWvANWsP0Y7PhD2r0477BwfEw7sVg/s320/corto_profile.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5556207242962851842" /></a><br />CORTO MALTESE<br /><br />‘Hugo Pratt’ tarafından yaratılan çizgi roman kahramanı Kaptan. Fakat çizgi romanlar ile haşır neşir iseniz eğer, Corto’nun maceralarını okumaya başlar başlamaz, bunun diğer Amerikan ve Avrupalı çizgi romanlardan ayrı bir yerde olduğunu hemen fark edersiniz. Tarzı, karakteri ve düşünceleri ile diğerlerinden tamamen ayrıdır. Aslında Corto bir kahraman da değildir bence.<br /><br />Corto Maltese 10 Temmuz 1887 yılında Malta’da doğmuş ve İspanyol iç savaşında kaybolduğu zamana kadar Arjantin’den Sibirya’ya, Okyanusya’dan Venedik’e kadar, dünyanın 4 bir yanında maceralara atılmış, yaşadığı dönemde ki Jack London, Hemingway, Herman Hesse, Butch Cassidy, Roman Ungern von Sternberg, Enver Paşa, Joseph Stalin, Kızıl Baron gibi tanınmış karakterlerle yolları kesişmiş yada arkadaşlık kurmuş bir Denizcidir. Denizci olmasına rağmen maceraları genelde karada geçer. Kimseye karşı bir ön yargısı yoktur, her milletten ve her meşrepten insan ile arkadaşlık kurabilen bir yapısı vardır. Kimseyi yaptıkları veya yapmadıkları için yargılamaz. Romantik ve melankoliktir. Kendince değerleri vardır. Otoriteye karşı alaycı tavırları ile dikkati çeker ve en kötü durumda bile bu davranışını sürdürür. Zaman zaman onun ve arkadaşlarının kurduğu cümleler, çizgi romanı kapatıp uzun uzun düşünmenizi sağlayabilir. Corto bir hayat hikâyesidir. Bu hikâyeyi Türkiye’de yayımlanan 10 çizgi roman ve ilk macerasını ‘Bir Tuz Denizi Şarkısı'nın roman versiyonu sayesinde takip edebilirsiniz.<br /><br />Corto Maltese:<br /><br />“Kim bilir, belki kahramanlığa, cömertliğe inanan, soyu tükenmek üzere olan bir hanedanın son temsilcisiyim,yani, belki de salakların şahıyımdır !...”<br /><br />Hugo Pratt:<br /><br />"Her şeyin elektronik olduğu, her şeyin ince ince hesaplandığı ve sanayileştiği bir dünyada Corto Maltese gibi birinin yeri yoktur"tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-75188371553409468732010-07-10T15:52:00.005+03:002011-01-25T13:16:32.864+02:00Seyir Hikayeleri : Başlangıç<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnr1NaErd7ZW38Jzdccre7yK3kVaMVzXOq3FzhrU2PTSGj0acrhfRQTVAFTxIdbgcJwEVR3sucdtgy2hzJ-Z3AgdbK7t6YtwsjcfzTElyiOOVaOnd7f333C6ZEVWoWHJDUs5pU4OCkZw/s1600/Hans_Egede_1734_sea_serpent.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5492266263189788098" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 194px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnr1NaErd7ZW38Jzdccre7yK3kVaMVzXOq3FzhrU2PTSGj0acrhfRQTVAFTxIdbgcJwEVR3sucdtgy2hzJ-Z3AgdbK7t6YtwsjcfzTElyiOOVaOnd7f333C6ZEVWoWHJDUs5pU4OCkZw/s320/Hans_Egede_1734_sea_serpent.jpg" border="0" /></a><br />GEMİYE KATILIŞ<br /><br />Fas denen ülkenin, Atlantik kıyılarındaki, “Jorf Lasfar” denen skik bir limanında katıldım gemiye. Casablanca hava limanından 2 saatlik bir kara yolculuğu ile ulaşılan, çevresinde köy bile olmayan çirkin bir liman. Mendirek dışında Atlantik'in sarp kıyılarına patlayan, beyaz köpüklü kocaman dalgaların oluşturduğu vahşi manzaradan başka ilgi çekebilecek bir şey yoktu etrafta. Güneş ufka değdiğinde kızaran gökyüzü ile beraber, manzara daha muhteşem oluyordu.<br /><br />Tabii tahliyeyi bitirip limandan kalktığımızda o “muhteşem görüntülerin” yan etkilerini hemen mendirekten çıkar çıkmaz hissetmeye başlayacaktık. Dalgalar, Fas kıyılarına ulaşmadan önce bizi bordamızdan yoklayacaklardı ve Cebelitarık boğazının girişine kadar 200 mil boyunca beşik gibi sallanacaktık.<br /><br />Kalkıştan yaklaşık 1,5 gün sonra yine Fas ülkesinin, bu sefer Akdeniz kıyılarındaki “Nador” isimli küçük bir limanına yanaştık. Hemen bitişiğinde İspanya’nın Afrika kıtasındaki şehirlerinden biri olan “Melilla” vardı. Ama ne yazık ki oraya gidip gezmek nasip olmadı. Zaten limandan da çıkamadık, izin vermedi ipnetorlar. Limanın tek iyi tarafı gece çalışmanın olmamasıydı. Bu da orada kaldığımız sürece geceleri rahat bir uyku çekebileceğimiz anlamına geliyordu bizim için. Tabi bu rahat geçireceğimiz gecelerin faturaları birkaç gün sonra kesilecekti ama biz o sıralarda bundan bi haber soğuk ve rahatsız yataklarımızda mışıldıyorduk.<br /><br />Yanaşmamızın 4üncü gününde tahliye bitti ve akşam 22:00 sularında Nador’dan herhangi bir problem yaşamadan ayrıldık. Alboran denizi (*1) ve Cebelitarık geçişi çok güzel hava koşullarında gerçekleşti. Hele Atlantik’e çıkış muhteşemdi. Tam gün batımında geçtik Herkül sütunlarını (*2). Turuncu bir güneş, gökyüzünü kırmızı ve tonlarına boyayarak denize gömülürken, uçuşan martılar, geminin önünden kaçan uçan balıklar ve İspanyol sahil şeridindeki henüz yanmaya başlayan şehir ışıklarının parıltıları, seyrine doyum olmayan pastoral bir manzara ortaya koyuyordu. O an ölsen umurunda olmaz, ruhuna dolan huzurla tüm cehennemlere yüzlerce yıl dayanabilirsin. O manzarayı sevdiğim insanlarla paylaşamamanın burukluğu ile Güneş battı. Geminin kırlangıcında (*3) 36. Kuzey paralelin yazdan kalan son ılık havasını ciğerlerime doldururken, yıldızlar da tepemdeki karanlığı delmek için birbirleri ile yarışıyorlardı. Orion, Büyük Ayı, Canis Major, Gemmini… Ufkun üzerindeki bütün takımyıldızlar net bir şekilde ayırt edilebiliyordu. Bir zamanlar İngilizlerin ünlü denizcisi Amiral Nelson’un, birleşik Fransız-İspanyol "Yenilmez Armada’sını" Trafalgar Savaşında mağlup ettiği Cadiz Körfezinin sularını, yıldızların ışıltıları eşliğinde geçerken, onlara bir süreliğine veda ettiğimin farkına varmaksızın bir romantizm yaşıyordum.<br /><br />Gemi, Portekiz’in Sao Vicente burnunu dönerken ben uykudaydım. Uyanıp, öğlen 12.00’de vardiyamı teslim aldığımda artık resmen Atlantik Okyanusunda bulunuyorduk. Bu tonajdaki bir gemi için beklenmedik bir hız olan saatte 14,5 knot (*4) sürat ile Yıldız (*5) rotasına doğru ilerliyorduk. Hava kapamıştı. Pofidik boz bulutlar, gök kubbeyi, bir baştan bir başa griye boyamıştı. 5 kuvvetinde kuzeyli bir rüzgâr denizi hafifçe kabartmaya ve kuzey batılı swell’ler(*6) de gemiyi yavaş yavaş sallamaya başlamıştı. İberya yarımadasının kuzeybatısındaki Finisterre burnuna kadar 370 deniz mili (*7) boyunca hava aynı kararlılıkta devam etti. Sonra Finisterre’yi döndük… Ve Biscay körfezi, bizi bekliyordu<br /><br />*1) İspanya’nın güney sahilleri ve Fas’ın kuzey kıyıları arasında kalan Akdenizin en batıdaki parçası.<br />*2) Antik Yunanda Cebelitarık boğazının tarifinde kullanılan isim. Gerçekten de Gibraltar kayası ve Jebel Musa dağı boğazın iki yakasında sütun gibi yükselir.<br />*3) Geminin köprü üstünün üzeri açık devamı. Balkon gibi bir şey.<br />*4) Knot: Parakete savlasında mil taksimatı (desem:) Denizde kullanılan,deniz mili hesabıyla İngiliz hız birimi. 1 knot = 1852 m<br />*5) Yıldız: Kuzey yönü. Kutup yıldızına istinaden...<br />*6) Swell: Ölü dalga<br />*7) Deniz mili: Denizde kullanılan mesafe birimi. 1 deniz mili = 1852 m<br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj77vY4sAjQl6lEFQe-8brEO6Q2PnoPKJ0hpRPpMS-WTN6vn28cRi0vMOayL7EAuD5TLVbdVUWtXHGKvlAR0xIMnlq_K_IBAbA3UpZedP76pCpA9I4CvGJxtNYlF_dXfXB8pHvEvwaknA/s1600/athena.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5508181664176221298" style="FLOAT: right; MARGIN: 0px 0px 10px 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 216px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj77vY4sAjQl6lEFQe-8brEO6Q2PnoPKJ0hpRPpMS-WTN6vn28cRi0vMOayL7EAuD5TLVbdVUWtXHGKvlAR0xIMnlq_K_IBAbA3UpZedP76pCpA9I4CvGJxtNYlF_dXfXB8pHvEvwaknA/s320/athena.jpg" border="0" /></a><br />BISCAY<br /><br />Biscay Körfezi denizciler açısından çok ünlü bir bölgedir. İber yarımadasının kuzey sahillerinden başlayıp, Fransa’nın batı kıyılarını takip ederek bir zamanlar Asteriks ve arkadaşlarının yaşadığı köyün de üzerinde kurulu olduğu, Armonika bölgesinin batısındaki yarımadanın ucunda bulunan Ouessant(*1) adasında sona eren geniş bir körfezin adıdır. Burada yılın her zamanı sert havalara rastlanabilir. Ama özellikle kuzey yarıküre kışa girdikten sonra bu sular daha da hırçınlaşır. Sert fırtınalar kış mevsimi süresince durmak nedir bilmez. Ve buna daha kuzeyde kopan fırtınaların yarattığı ağır swell’lerin de eklenmesiyle Biscay denizciler için tam bir kâbusa dönüşür.<br /><br />Kâbusu biz de gördük elbette. Rüzgâr kısa sürede 3–4 beaufort (*2) arttı ve 9 beaufort’a kadar yükseldi. 9 hava demek fırtına demektir ve rüzgâr hızının yaklaşık 45 knot (*3) olması demektir. Bu arada kuzeybatılı swell’ler de giderek ağırlaşmaya ve bizi en küçüğü 4 metrelik dalgalarla vurmaya başlamıştı bile. Bu dış etkilere bağlı olarak da hızımız 10–11 knot’a kadar düştü. Bu Biscay geçişimizin uzaması anlamına geliyordu. Finisterre – Ouessant arası yaklaşık 365 millik mesafeyi geçmek bu süratle 1,5 günü bulacaktı. Ama tabi hava artınca aşırı ve sert bir şekilde yalpalara düşmeye aynı zamanda da baş-kıç yapmaya başladık. Bu hareketler de gemiyi olumsuz şekilde etkiliyordu. Dalgayı iskele omuzluktan (*5) her yiyişimizde geminin baş tarafı hızlı bir şekilde yukarı yükseliyor, dalga altından kıça doğru gidince de hızla suya çakılıyordu. Baş suya gömülünce de kıç şaha kalkıyor ve pervanenin büyük bölümünün sudan çıkmasına sebep oluyordu. Buna bağlı olarak da sürtünme direncinden kurtulan pervanenin devri aniden artıyor ve ana makine için tehlike yaratıyordu. Normalde gemilerde bunu kontrol eden sistemler vardır ve böyle durumlarda tornanın aşırı yükselmesini engeller fakat bu sistem bizim Kız’da bozuk olduğu için önlem olarak makineciler RPM’i(*6) 120’den 90’a kadar düşürdüler. Bu da hızımızı daha Biscay’ın başında 6 knot’a kadar geriletti. Yani 365 mil / 6 knot = 60,83 saat. 60,83 saat / 24 saat = 2,53 günlük bir kâbus. Sonradan görüldü ki bu hesap bile iyimser kalacaktı çünkü hızımız yer yer 4,5 knot’a kadar düşecekti ve ağır denizlerden daha az etkilenebilmek için rotayı değiştirecektik.<br /><br />Bata çıka Ouessant dönüşüne doğru ilerledik. 2,5 gün, 3 günü aştı. Annemden emdiğim sütleri bırak en az 12 yaşıma kadar içtiğim tüm sütler burnumdan geldi. Tarif etmesi biraz güç. İnsanın kendi yatağı bir rodeo boğasına dönüşür o sallantıda. Kendini üzerine zincirle bağlasan duramazsın. Karnın açlıktan guruldar ama yemek yiyemezsin. Zaten o şartlarda yemek pişirmek bile imkânsızlaşır. Susuzluktan ölsen de günde 1 bardak sudan fazlasını içemezsin, o 200 ml suyu da 24 saatte yudum yudum anca içersin. Mide bulantısı, baş ağrısı, yorgunluk ve mallık… Ya biri ya da hepsi, kesin vurur bedeninizi.<br /><br />Biscay da 4. güne girerken Ouessant’a 50 mil kadar yaklaşmıştık artık. Ama hava bir adım bile geri atmıyordu, bilakis kuzeye çıktıkça daha da kötüleşiyordu. Bu şartlar altında demirlemeye karar verildi. Haritada en uygun yer, Brest’in doğusunda kalan Douranenez koyuydu. Buraya kaçmak için trafik kontrolden izin aldık. Demirlediğimizde saat 02.00 civarıydı ve günlerden beri ilk defa denge mekanizmamız fazla mesai yapmıyordu.<br /><br />Gün doğduğunda rüzgâr şiddetini koruyordu ama dalgalar koyun içlerine kadar giremiyordu. Bu yüzden bize bir etkisi olmuyordu kötü havanın. Buna rağmen uyanmamam gereken bir saatte çevremizde dolaşan bir botun motor sesi ile gözlerim açıldı. Lombozdan baktığımda sahil güvenliğe ait bir zodiac dolusu görevli gemiye çıkış yapıyordu, anında da kamaramdaki telefonum çaldı. Aşağıya çağrılıyordum. Bir sürü evrak, donumuza kadar aranma ve haksız bir ceza kesilmesinden sonra Fransızlar “hoş geldin” partisini bitirip gemiden ayrıldı. Biz de normal hayatımıza dönüp, demirlemenin keyfini çıkartmaya başladık. Geminin sallanmaması bile bir keyifti bizim için.<br /><br />Koydaki 3. günümüzde hava raporları düzelir gibi oldu. Biz de demir alıp Ouessant’a doğru ilerlemeye başladık. Ama raporlar çok gerçekçi değildi, en azından bizim bulunduğumuz bölge için. Koydan burnumuzu çıkartır çıkartmaz Rock’n Roll tekrar başladı. İnatla ilerledik. Gemi 35 dereceye kadar yalpaya yatıyor, bodoslamada patlayan dalgaların serpintileri, köprü üstünün camlarına kadar ulaşıyordu. Aşağıdan, Biscay geçişinde sağlam kalan tabak çanakların kırılma sesleri geliyor, kamaralarda açıkta duran her şey yerlere saçılıyor, masalar ters dönüyor, bilgisayarlar, dosyalar, haritalar havada uçuşuyordu. Hızla kapanan bir kapı tarafından hastanelik edilmek, ya da bağını koparmış bir buzdolabı tarafından kurbağa gibi çiğnenmek içten bile değildi. Köprü üstünde yapıştığım yerden en son hatırladığım hızımızın 1 knot’a kadar düşmesi ve bu yüzden dümene kumanda edemememizdi. Kapkaranlık gecede fırtına ve dalgalar bizi döve döve kayalıklara doğru sürüklüyordu. Sığlık fenerine o kadar yaklaşmıştık ki sanki köprü üstünün içinde çakıyordu. Telsizde bağrışlar durmuyor, trafik kontrol bir yandan, sahil güvenlik diğer yandan ‘Dikkat’ çağrıları yapıyor, “Ouessant’a ulaşmayı başarabilecek misiniz?” diyordu.<br /><br />Başaramadık tabi…<br /><br />O gece Ouessant’a ulaşamadık. Başardığımız tek şey, kayalıklara yarım mil kala geminin burnunu çevirebilmekti. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama burnumuzu çevirdik, hızımız biraz arttı, böylece dümene kumanda edebilmeye başladık ve sürüklenmenin önüne geçebildik. Koya geri döndük. Demiri çakıp hep beraber bayıldık.<br /><br />Koyda 2 gün daha bekledik. Anlaşmaya göre yük altına en geç 5 Aralıkta girmemiz gerekiyordu ama şimdiden ayın 30’u olmuştu. Nador’dan kalktığımızda Kasımın 20’siydi ve Gdynia’ya olan 2224 millik mesafe normal şartlarda bizim geminin tam yolu ile en fazla 7 gün sürerdi ama aradan geçen 10 güne rağmen yolu daha yarılamamıştık bile.<br /><br />Akşama doğru meteoroloji istasyonları rüzgârın güneye doğru döndüğünü rapor ediyordu. Etrafımızda da rüzgâr kesilmişti. Durgun ama soğuk bir hava hâkimdi demirlediğimiz yerde. Tekrar denemeye karar verdik. Gerekli yerlere kalkacağımızı telsizle bildirdikten sonra Aralık ayının ilk saatlerinde demirimizi alıp, koyun sakin sularını yararak ilerlemeye başladık. Bu sefer koydan sorunsuzca çıktık. Aldığımız raporlar doğruydu ve rüzgâr gerçekten güneye dönmüştü. Rahat bir nefes aldık. Birkaç saat sonra nihayet 1 hafta boyunca hedefimiz haline gelen Ouessant’ı döndük ve eskiden Manş Denizi olarak anılan İngiliz Kanalına girdik. Sonrasında Dover’i, Kuzey Denizini ve Baltık denizini nispeten sorunsuz geçerek varış limanımız Gdynia’ya ulaştık.<br /><br />*1) Uşant. (Fransızca bir kelimeyi okuyup telaffuz etmek ne zor bi şey. Ben çektim siz çekmeyin)<br /><br />*2) Rüzgâr hızını tarif etmek için kullanılan skala.<br />*3) Yaklaşık saatte 85 km<br />*4) Tolga Sandıkçı: 20.ve 21.yüzyıla damgasını vurmuş ünlü bir Türk denizcisi.<br />*5) Geminin arka tarafının sol köşesi diyeyim.<br />*6) Revolution per minute, dakikadaki devir sayısı, Torna da aynı şey demek<br /><br /><br />GDYNIA<br /><br />Halatları bağlar bağlamaz kendimi karaya attım. Kaptan da sağ olsun bize kıyak yapıp Seçkin’le ikimize birden izin verdi. Yük işlemlerini bitirdikten sonra serbest kaldık ve hemen hemen Dünyanın her yerinde, haftanın en gözde zamanı olan Cumartesi gecesinde Gdynia sokaklarını arşınlamaya başladık. Yabancı bir şehir, soğuk bir hava ve eğlence isteği… Bu karışım zaman zaman büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. Ama biz fazla yorulmadan ve bi taraflarımız donmadan küçük bir Pub bulup kendimizi içeri attık. Gecenin açılışını Gin Tonik ile yapıp barmenden şehrin eğlence mekanlarının, popülarite ve lokasyonları hakkında gerekli bilgileri aldık. Chelsea – Manchester City maçını bitirmek için birer duble daha patlattıktan sonra bu sevimli Pub’ı terk ettik.<br /><br />Eğlence mekânların topluca bulunduğu meydanı keşfetmemiz çok uzun sürmedi. Hepsine tek tek kafa uzattıktan sonra Elypse Club’da karar kıldık. Geniş, asma katlı, güzel bir barı olan, duyma bozukluklarına yol açabilecek, hatun dolu bir mekân. Daldık tabi içeriye. İlerleyen saatlerde içerideki alkol seviyesi gittikçe yükseldi. Fil gibi içtim. O yüksek volümlü atmosferde tanıştığımız insanlarla nasıl sohbet ettiğimizi ve nasıl anlaştığımızı hatırlamıyorum ama gayet eğlenceli ve samimi bir ortamdı. Fakat Polonya kızları güzellik bakımından sınıfta kaldı. Doğu Avrupa’nın yüz karaları. Bizim tanıştıklarımız harici gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Umarım bölgesel bir şeydir. Gemiye nasıl döndüğüm de bir muamma. Ertesi gün ( teknik olarak o gecenin sabahı) uyandığımda, aynen filmde dediği gibi “kafamda filler sikişiyordu” ve hepsi de hala pembeydi. Biraz kendime geldikten sonra fotoğraf çekmek için yeniden dışarı çıktım.<br /><br />Dünyada bazı şeyler değişmez, nereye gitseniz üç aşağı beş yukarı aynıdır. Gdynia’da da Pazar, diğer birçok şehir de yaşandığı gibi aynıydı. Pusetlerini iten yeni anne babalar, parkta oynaşan çocuklar, yürüyüş yapan aileler, el ele dolaşan sevgililer, kahve içen çiftler… Soğuk havaya aldırış etmeden sokakları, parkları ve cafeleri doldurmuşlardı. Ben de onlardan biri gibi dolaşmaya başladım. Aklıma geçen gece gördüğüm, meydanın yanındaki rıhtımda bağlı eski yelkenli gemiler geldi. Yönümü o tarafa doğru çevirdim. Kulağıma müzik sesleri geliyordu. Aynı meydanda kurulan sahneyi hatırladım. Yaklaşık 4 derece santigratlık havada denize giren bir gurup akşamdan kalma salağın olduğu genişçe bir plajdan geçip marinaya doğru ilerledim. “Bana yemek ver” diye gözünün içine bakıp, kordon boyunca suda benimle birlikte hareket eden bir sürü kuğu ve kanatlı su mahlûkatının duygu sömürüsü eşliğinde marinayı arşınlayıp müziğin kaynağına ve yelkenli gemilerin bağlı olduğu rıhtıma ulaştım.<br /><br />Meydanla rıhtım arasına kurulmuş sahnenin çevresinde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Herkesin kafasında Noel Baba’nın kırmızı kukuletası vardı, bazıları işi abartıp kıp kırmızı giyinmişlerdi. Eski gemilerin fotoğraflarını çekip kalabalığın içinde bir banka oturup konseri seyretmeye başladım. Noel eğlencelerinin ortasına düştüğüm için şanslıydım. Genelde ıskalarım böyle şeyleri. Saat 15:00’e yaklaşıyordu. Sahneden yükselen yerel melodilerin eşliğinde, gri gökyüzü kararmaya başlamıştı. Yanmaya başlayan sokak lambaları, direklerdeki Noel süslemeleri, dükkanların ışıklı tabelaları, rıhtımda, direkleri rengarenk aydınlatılmış eski yelkenliler ve bunların ıslak zeminden yansımaları, şehrin soğuk havasına bir sıcaklık katıyordu. İçimde bir burukluk oluşmaya başlamıştı. İnsanlara baktım. Hepsinin yüzlerinde bir tebessüm asılıydı. Buradaki işleri bitince, sıcak evlerine gideceklerdi sevdikleriyle. Ben ise apayrı bir dünyaya… O oturduğum banktan kalkmak istemedim. Sanki oturma sürem uzadıkça aralarına kaynayacaktım. Ama bir tek benim başımda kırmızı kukuleta yoktu... Ayak sürüye sürüye yürümeye başladım. Alkol dükkânından Votka, Cin ve Rom alış verişi yapıp limanın yolunu tutum. Kamyonlar, yük vagonları, lokomotifler, iş makineleri, vinçler, kreynler ve gemilerin oluşturduğu “Kaos korosu” beni bekliyordu. Gerçekliğime dönmüştüm.<br /><br />O yüklemede bitti. Gece yarısı son halatı sahilden alıp avara olunca insan başka bir havaya bürünüyor hemen. Dönen pervane, gemide oluşturduğu o daimi titreşim ve makine dairesinden yükselen derin uğultu ile birlikte karanlıklar içindeki Baltık denizine dalış…<br /><br /><br />DÖNGÜ<br /><br />Gdynia’dan yüklediğimiz 8375 metrik tonluk amonyum sülfatı, İskenderun’a götürmek üzere Baltık Denizine açıldığımız 7 Aralık sabahı, önümüzde 4446 millik kat edilecek bir yol vardı. Yaklaşık 15 gün sürecek yolculuğun rotasını toplam 43 haritaya çizmiştim. Yolculuğun ilk sorunu, hafta sonu yüzünden gemiye gelemeyen sigaralardı. Personel anında homurdanmaya başladı çünkü kimse kötü ihtimalleri düşünüp kendine sigara ikmali yapma zahmetinde bulunmamıştı. Sigarasızlık gemideki en ölümcül problemdir. Hemen şirketle bağlantıya geçip, Gdynia’da sigara alınamadığını ve Gibraltar’da yakıt alımı sırasında, mutlaka gemiye sigara da gönderilmesini istedik. Bu ortalığı biraz olsun yatıştırdı.<br /><br />Danimarka’nın Kuzeyine kadar hava koşulları başımızı ağrıtmadı. Ama Skagen’i(*1) döner dönmez, gelişimiz sırasında bize insaflı davranarak beni şaşırtan Kuzey Denizi, bu sefer bir acıma göstermeyecekti. Viking Tanrılarının hışmından ancak Dover’i(*2) geçtiğimizde kurtulduk. Ama bu bir şey ifade etmiyordu bizim için çünkü hepimizin aklında yol aldığımız İngiliz kanalının bitiminde eninde sonunda gireceğimiz Biscay vardı.<br /><br />Sağ olsun Biscay beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Bu sefer doğulu rüzgârlar ve swell’ler ile hırpalıyordu bizi. Kaçacağımız bir yer de yoktu. Çıldırmış denizleri kıç taraftan almak için(*3) rotamızı batıya, yani açık denize doğru kırmamız gerekiyordu, bu da bizi yolumuzdan epeyce uzaklaştırıyordu. Cadiz Körfezine girebilmek için geniş bir kavis çizmemiz gerekecekti. Rüzgârın kuzeye dönmesini boşuna diledik. Bu kadar insafsızlığa rağmen, 16 Aralık’ta A.G.D(*4) bir vaziyette Cebelitarık Boğazına girerken durumumuz pek parlak değildi. Yakıtımız neredeyse tükenmiş, suyumuz 2 gün önce bitmiş, sigaramız sıfırlanmış ve kumanya kırmızı alarm vermeye başlamıştı. Bütün gece drift’te(*5) bekledikten sonra 17’si sabahı Gibraltar’da mendirek ağzına demiri çaktık.<br /><br />120 ton fuel oil, 30 ton diesel oil ve 4 box sigara aldıktan sonra öğlene doğru Gibraltar’dan demir alıp hemen karşı kıyısındaki İspanyol limanı Algericas’a demirledik. Burada da 150 ton su ikmali yapıldı. Biscay geçişimiz sırasında delinen buhar kazanını da o gece onardıktan sonra 18’i sabahı sorunlarımızın çoğunu halletmiş vaziyette Akdeniz’in tanıdık sularında ilerlemeye başladık.<br /><br />*1) Danimarka’nın kuzey ucundaki burun.<br />*2) İngiltere ile Fransa’nın birbirine en yaklaştığı, adını kanalın İngiliz tarafındaki Dover şehrinden alan dar geçit.<br />*3) Denizcilik âleminde bir tabir vardır: “Kıçtan gelsin, kol gibi gelsin”<br />*4) Amı götü dağıtmış…<br />*5) Gemilerin demir atmadan açıkta Makine stop’ta beklemeleri.<br /><br /><br />AKDENİZ<br /><br />Gezegenimize hayat veren “Güneş” isimli yıldızı bir aydan beri ilk defa görüyordum. Isı 18 dereceye kadar yükselmişti. Deniz o kadar sakin ve çırpıntısızdı ki karıncalar kıyıdan su içebilirlerdi. Atlantik’de geçen insanlık dışı olaylardan sonra Akdeniz bir rehabilitasyon merkeziydi sanki. Salak bir gülümsemeyle kırlangıçta kertenkele gibi güneşleniyordum. Ama bu mevsimde, bu sükûnet iyiye işaret olamazdı. Kıllanmaya başlamıştım.<br /><br />Kıllanmakta ne kadar haklı olduğum akşamki hava raporlarında yazıcıdan çıkmaya başladı. Önümüzde, Kuzey Batılı 7–8 şiddetinde bir fırtına vardı ve Lion Körfezinde de(*1) 10 kuvvetinde (*2) hava veriyordu Meteo France. İlk tepkim “OoooHA” oldu. O ne arkadaşım ya? Bizim yolumuzda değildi burası belki ama önüne kattığı dalgalar Kuzey Afrika kıyılarına kadar gelecekti ve gireceğimiz 8 kuvvetindeki hava ile birleşecekti. Bu demek oluyordu ki bizim rehabilitasyon merkezi kapanmak üzereydi. Nitekim Alboran Denizi bitip, Cezayir sahillerine ulaştığımızda, denizleri bordadan yemeye başladık. Çok ilginçtir ki nereye gitsek rüzgârı ve denizleri, bizi en çok sallayacak olan bordadan(*3) yiyorduk. Tunus Kıyılarına ulaşana kadar dost dediğimiz Akdeniz bizi tüm gücüyle vurdu. Yediğimiz en sert havayı yedik. Şükür ki öfkesini 1,5 günde yitirdi ve rüzgâr güneye drise etmeye başladı biz de rahatladık.<br /><br />Şu an İyon Denizinde, Girit’in güneyine doğru ilerliyoruz. Hafif hafif sallanmaya başladık yine. Çok sinir bozucu… Yolculuğumuzun sonlanmasına 1001 deniz mili kaldı. Herhangi bir aksilik yaşanmazsa, bu mesafeyi şu anki süratimizle 3,5 günde kat ederek, İskenderun’a ulaşacağız. Kısmet tabii. Muhtemelen yükün tahliyesi 3 gün civarı sürer. Bu süre zarfında bir doktor ziyaretinde bulunacağım zira göğüs boşluğumda pek hayra yormadığım, beze gibi bir şey hissediyorum. Hayırlı bir şey olsa orada çıkmaz zaten. Eğer önemli bir şeyse, sefere devam etmeyeceğim. O zaman mektuptan önce gelirim. Ama önemsiz bir şeyse İskenderun’dan, İzmir’e gideceğiz ve oradan yükleyip. Küba’ya doğru yelken açacağız. Tahmini Küba’ya gidişimiz ve oradan tekrar Kıta’ya dönüşümüz iyimser bir tahminle 55–60 günü bulacak. Bu da neredeyse kontratımın sonu demek...<br /><br />*1) Fransa’nın bu sefer Akdeniz kıyılarındaki diğer ünlü körfezi. Burada Hurricane’lere yakın derecede fırtınalar görülebilir.<br />*2) Yaklaşık hızı saatte 102 km.ye tekabül eden fırtına<br />*3) Geminin yan tarafları.tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-53116503467849330072010-07-10T15:00:00.001+03:002011-01-25T13:08:11.028+02:00Ünlü Denizciler 1<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZducvWZ7QOjEC3jO9V5BBUVj1e15FgqkEpomJ1AWIu6gizy5nzXYXPKNmNfRC7lvlVI5hFNCPDvTSGE6Og3cXdE4C_9EryhhVCebBq4HMOeiRiGOafMwUr11_rzFl5g3oTBz5AXbfsw/s1600/HBubnc3K_Pxgen_r_467xA.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 213px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZducvWZ7QOjEC3jO9V5BBUVj1e15FgqkEpomJ1AWIu6gizy5nzXYXPKNmNfRC7lvlVI5hFNCPDvTSGE6Og3cXdE4C_9EryhhVCebBq4HMOeiRiGOafMwUr11_rzFl5g3oTBz5AXbfsw/s320/HBubnc3K_Pxgen_r_467xA.jpg" border="0" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5492654288543798546" /></a><br /><br />CPT. WOLF LARSEN<br /><br /> Jack London’un Sea-Wolf romanında ki, “Ghost” adlı fok avlama Uskunasının kaptanı. Bir kaza sonucunda “Ghost” tarafından kurtarılan ve gemide yaşamak zorunda bırakılan Amerikalı Beyefendi Humphrey Van Weyden’in ağzından anlatılan hikâyede Kurt Larsen, gaddar, alaycı, gemisinde ki otoriteyi, büyük fiziksel gücü ile korkutarak ve kaba kuvvet kullanarak sağlayan biridir. Bireyci, Hedonist ve Materyalist, ruhun ölümsüzlüğüne ve insan hayatının kutsallığına inanmayan düşüncelere sahiptir. Vücut hatları düzgün, kas yapısı gelişkin ve yakışıklıdır. Bütün hayatı denizlerde geçmiş, gemilerde çalışmaya ilk olarak 12 yaşında kamarotluk yaparak başlamış, 16sında gemici ve 17sinde usta gemici olmuştur. Aynı zamanda son derece zeki ve entelektüeldir. Eğitim alma imkânı olmamasına karşı O,Navigasyon, Matematik, Edebiyat ve Filozofi alanlarında kendi kendini geliştirmiş ve sonunda kendi gemisinin Kaptanı olmuştur.<br /><br /> Romanda çok zalim gibi gözükse de, aslında hayatın gerçeklerini yansıtan bir kişilik. İnsanların yalanlar ile süslediği yaşamı, gerçekliği ile yüzümüze vuruyor hikâyede.<br /><br />Bir tartışmada Kurt Larsen, Van weyden’e:<br /><br />“Sen, insan yaşamını kastederek konuşuyorsun. Peki, eti için hayatlarını aldığın hayvanlar, kuşlar, balıklar… En az benim kadar yapmışsındır bunu. İnsan yaşamı da bundan farklı değil işte. Sen farklı olduğunu düşünüyorsun ama değil. Neden bu ucuz ve değersiz hayatlar için hasisice davranayım? Denizdeki gemilerin sayısından çok daha fazla tayfa var, yada fabrikaların sayısından çok çok daha fazla işçi var. Neden siz kara insanları, yoksullarınızı, sefillerinizi kenar mahallelerdeki virane evlerde yaşatıyorsunuz? Neden açlığı ve salgın hastalıkları onların üzerine salıyorsunuz? Bir dilim ekmek, bir parça et için ölebilecek binlerce yoksul var. Bunlar için ne yapılabileceğini bilmiyorsunuz. Yıkım mı demiştin? Bu yaşamın yıkımı değil mi sence? Sen hiç Londralı denizcilerin gemide çalışabilme şansı elde edebilmek için vahşi hayvanlar gibi kavga edişlerine tanık oldun mu?<br /> Biliyor musun? Yaşamın değeri, onun kendisine verdiği değer kadardır. Tabii, kendi lehine karar verme isteğinden dolayı, hep hak edilenden fazlası biçilir...”tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2378227352955156094.post-19738807522604067602010-07-10T12:59:00.000+03:002010-07-10T13:04:25.568+03:00Lucifer'e yolculuk<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgqDCrXpdjoKjcZOZzVVniRVIosh0cb7kGcK3J00cu7WvOCdzZqQSNLx_nKRIxXRokieLcYjKqC6w3-rQh9zOf3RH5cYA7YCUR1Fve2_5DrCbepDo3r4tsYC1zb-jXrnRpSK6ROEV3KnQ/s1600/p-Christopher_Blossom_Maritime_Art_14.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5492215393274944354" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 254px; CURSOR: hand; HEIGHT: 320px" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgqDCrXpdjoKjcZOZzVVniRVIosh0cb7kGcK3J00cu7WvOCdzZqQSNLx_nKRIxXRokieLcYjKqC6w3-rQh9zOf3RH5cYA7YCUR1Fve2_5DrCbepDo3r4tsYC1zb-jXrnRpSK6ROEV3KnQ/s320/p-Christopher_Blossom_Maritime_Art_14.jpg" border="0" /></a><br />"En azından, burada özgür olacağız, Tanrı burayı kıskançlığı ile sarmamış henüz, Bu nedenle bizi yönetemeyecek, Burada güven içinde sürdürebiliriz saltanatımızı, Bu saltanat için cehennemde bile olsa savaşmaya değer, Cennette kulluk edeceğime, Cehennemde Efendi olmayı yeğelerim..."tsandikcihttp://www.blogger.com/profile/11827084547544913456noreply@blogger.com0