HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

11 Temmuz 2010 Pazar

Ünlü Denizciler 2


CORTO MALTESE

‘Hugo Pratt’ tarafından yaratılan çizgi roman kahramanı Kaptan. Fakat çizgi romanlar ile haşır neşir iseniz eğer, Corto’nun maceralarını okumaya başlar başlamaz, bunun diğer Amerikan ve Avrupalı çizgi romanlardan ayrı bir yerde olduğunu hemen fark edersiniz. Tarzı, karakteri ve düşünceleri ile diğerlerinden tamamen ayrıdır. Aslında Corto bir kahraman da değildir bence.

Corto Maltese 10 Temmuz 1887 yılında Malta’da doğmuş ve İspanyol iç savaşında kaybolduğu zamana kadar Arjantin’den Sibirya’ya, Okyanusya’dan Venedik’e kadar, dünyanın 4 bir yanında maceralara atılmış, yaşadığı dönemde ki Jack London, Hemingway, Herman Hesse, Butch Cassidy, Roman Ungern von Sternberg, Enver Paşa, Joseph Stalin, Kızıl Baron gibi tanınmış karakterlerle yolları kesişmiş yada arkadaşlık kurmuş bir Denizcidir. Denizci olmasına rağmen maceraları genelde karada geçer. Kimseye karşı bir ön yargısı yoktur, her milletten ve her meşrepten insan ile arkadaşlık kurabilen bir yapısı vardır. Kimseyi yaptıkları veya yapmadıkları için yargılamaz. Romantik ve melankoliktir. Kendince değerleri vardır. Otoriteye karşı alaycı tavırları ile dikkati çeker ve en kötü durumda bile bu davranışını sürdürür. Zaman zaman onun ve arkadaşlarının kurduğu cümleler, çizgi romanı kapatıp uzun uzun düşünmenizi sağlayabilir. Corto bir hayat hikâyesidir. Bu hikâyeyi Türkiye’de yayımlanan 10 çizgi roman ve ilk macerasını ‘Bir Tuz Denizi Şarkısı'nın roman versiyonu sayesinde takip edebilirsiniz.

Corto Maltese:

“Kim bilir, belki kahramanlığa, cömertliğe inanan, soyu tükenmek üzere olan bir hanedanın son temsilcisiyim,yani, belki de salakların şahıyımdır !...”

Hugo Pratt:

"Her şeyin elektronik olduğu, her şeyin ince ince hesaplandığı ve sanayileştiği bir dünyada Corto Maltese gibi birinin yeri yoktur"

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Seyir Hikayeleri : Başlangıç


GEMİYE KATILIŞ

Fas denen ülkenin, Atlantik kıyılarındaki, “Jorf Lasfar” denen skik bir limanında katıldım gemiye. Casablanca hava limanından 2 saatlik bir kara yolculuğu ile ulaşılan, çevresinde köy bile olmayan çirkin bir liman. Mendirek dışında Atlantik'in sarp kıyılarına patlayan, beyaz köpüklü kocaman dalgaların oluşturduğu vahşi manzaradan başka ilgi çekebilecek bir şey yoktu etrafta. Güneş ufka değdiğinde kızaran gökyüzü ile beraber, manzara daha muhteşem oluyordu.

Tabii tahliyeyi bitirip limandan kalktığımızda o “muhteşem görüntülerin” yan etkilerini hemen mendirekten çıkar çıkmaz hissetmeye başlayacaktık. Dalgalar, Fas kıyılarına ulaşmadan önce bizi bordamızdan yoklayacaklardı ve Cebelitarık boğazının girişine kadar 200 mil boyunca beşik gibi sallanacaktık.

Kalkıştan yaklaşık 1,5 gün sonra yine Fas ülkesinin, bu sefer Akdeniz kıyılarındaki “Nador” isimli küçük bir limanına yanaştık. Hemen bitişiğinde İspanya’nın Afrika kıtasındaki şehirlerinden biri olan “Melilla” vardı. Ama ne yazık ki oraya gidip gezmek nasip olmadı. Zaten limandan da çıkamadık, izin vermedi ipnetorlar. Limanın tek iyi tarafı gece çalışmanın olmamasıydı. Bu da orada kaldığımız sürece geceleri rahat bir uyku çekebileceğimiz anlamına geliyordu bizim için. Tabi bu rahat geçireceğimiz gecelerin faturaları birkaç gün sonra kesilecekti ama biz o sıralarda bundan bi haber soğuk ve rahatsız yataklarımızda mışıldıyorduk.

Yanaşmamızın 4üncü gününde tahliye bitti ve akşam 22:00 sularında Nador’dan herhangi bir problem yaşamadan ayrıldık. Alboran denizi (*1) ve Cebelitarık geçişi çok güzel hava koşullarında gerçekleşti. Hele Atlantik’e çıkış muhteşemdi. Tam gün batımında geçtik Herkül sütunlarını (*2). Turuncu bir güneş, gökyüzünü kırmızı ve tonlarına boyayarak denize gömülürken, uçuşan martılar, geminin önünden kaçan uçan balıklar ve İspanyol sahil şeridindeki henüz yanmaya başlayan şehir ışıklarının parıltıları, seyrine doyum olmayan pastoral bir manzara ortaya koyuyordu. O an ölsen umurunda olmaz, ruhuna dolan huzurla tüm cehennemlere yüzlerce yıl dayanabilirsin. O manzarayı sevdiğim insanlarla paylaşamamanın burukluğu ile Güneş battı. Geminin kırlangıcında (*3) 36. Kuzey paralelin yazdan kalan son ılık havasını ciğerlerime doldururken, yıldızlar da tepemdeki karanlığı delmek için birbirleri ile yarışıyorlardı. Orion, Büyük Ayı, Canis Major, Gemmini… Ufkun üzerindeki bütün takımyıldızlar net bir şekilde ayırt edilebiliyordu. Bir zamanlar İngilizlerin ünlü denizcisi Amiral Nelson’un, birleşik Fransız-İspanyol "Yenilmez Armada’sını" Trafalgar Savaşında mağlup ettiği Cadiz Körfezinin sularını, yıldızların ışıltıları eşliğinde geçerken, onlara bir süreliğine veda ettiğimin farkına varmaksızın bir romantizm yaşıyordum.

Gemi, Portekiz’in Sao Vicente burnunu dönerken ben uykudaydım. Uyanıp, öğlen 12.00’de vardiyamı teslim aldığımda artık resmen Atlantik Okyanusunda bulunuyorduk. Bu tonajdaki bir gemi için beklenmedik bir hız olan saatte 14,5 knot (*4) sürat ile Yıldız (*5) rotasına doğru ilerliyorduk. Hava kapamıştı. Pofidik boz bulutlar, gök kubbeyi, bir baştan bir başa griye boyamıştı. 5 kuvvetinde kuzeyli bir rüzgâr denizi hafifçe kabartmaya ve kuzey batılı swell’ler(*6) de gemiyi yavaş yavaş sallamaya başlamıştı. İberya yarımadasının kuzeybatısındaki Finisterre burnuna kadar 370 deniz mili (*7) boyunca hava aynı kararlılıkta devam etti. Sonra Finisterre’yi döndük… Ve Biscay körfezi, bizi bekliyordu

*1) İspanya’nın güney sahilleri ve Fas’ın kuzey kıyıları arasında kalan Akdenizin en batıdaki parçası.
*2) Antik Yunanda Cebelitarık boğazının tarifinde kullanılan isim. Gerçekten de Gibraltar kayası ve Jebel Musa dağı boğazın iki yakasında sütun gibi yükselir.
*3) Geminin köprü üstünün üzeri açık devamı. Balkon gibi bir şey.
*4) Knot: Parakete savlasında mil taksimatı (desem:) Denizde kullanılan,deniz mili hesabıyla İngiliz hız birimi. 1 knot = 1852 m
*5) Yıldız: Kuzey yönü. Kutup yıldızına istinaden...
*6) Swell: Ölü dalga
*7) Deniz mili: Denizde kullanılan mesafe birimi. 1 deniz mili = 1852 m


BISCAY

Biscay Körfezi denizciler açısından çok ünlü bir bölgedir. İber yarımadasının kuzey sahillerinden başlayıp, Fransa’nın batı kıyılarını takip ederek bir zamanlar Asteriks ve arkadaşlarının yaşadığı köyün de üzerinde kurulu olduğu, Armonika bölgesinin batısındaki yarımadanın ucunda bulunan Ouessant(*1) adasında sona eren geniş bir körfezin adıdır. Burada yılın her zamanı sert havalara rastlanabilir. Ama özellikle kuzey yarıküre kışa girdikten sonra bu sular daha da hırçınlaşır. Sert fırtınalar kış mevsimi süresince durmak nedir bilmez. Ve buna daha kuzeyde kopan fırtınaların yarattığı ağır swell’lerin de eklenmesiyle Biscay denizciler için tam bir kâbusa dönüşür.

Kâbusu biz de gördük elbette. Rüzgâr kısa sürede 3–4 beaufort (*2) arttı ve 9 beaufort’a kadar yükseldi. 9 hava demek fırtına demektir ve rüzgâr hızının yaklaşık 45 knot (*3) olması demektir. Bu arada kuzeybatılı swell’ler de giderek ağırlaşmaya ve bizi en küçüğü 4 metrelik dalgalarla vurmaya başlamıştı bile. Bu dış etkilere bağlı olarak da hızımız 10–11 knot’a kadar düştü. Bu Biscay geçişimizin uzaması anlamına geliyordu. Finisterre – Ouessant arası yaklaşık 365 millik mesafeyi geçmek bu süratle 1,5 günü bulacaktı. Ama tabi hava artınca aşırı ve sert bir şekilde yalpalara düşmeye aynı zamanda da baş-kıç yapmaya başladık. Bu hareketler de gemiyi olumsuz şekilde etkiliyordu. Dalgayı iskele omuzluktan (*5) her yiyişimizde geminin baş tarafı hızlı bir şekilde yukarı yükseliyor, dalga altından kıça doğru gidince de hızla suya çakılıyordu. Baş suya gömülünce de kıç şaha kalkıyor ve pervanenin büyük bölümünün sudan çıkmasına sebep oluyordu. Buna bağlı olarak da sürtünme direncinden kurtulan pervanenin devri aniden artıyor ve ana makine için tehlike yaratıyordu. Normalde gemilerde bunu kontrol eden sistemler vardır ve böyle durumlarda tornanın aşırı yükselmesini engeller fakat bu sistem bizim Kız’da bozuk olduğu için önlem olarak makineciler RPM’i(*6) 120’den 90’a kadar düşürdüler. Bu da hızımızı daha Biscay’ın başında 6 knot’a kadar geriletti. Yani 365 mil / 6 knot = 60,83 saat. 60,83 saat / 24 saat = 2,53 günlük bir kâbus. Sonradan görüldü ki bu hesap bile iyimser kalacaktı çünkü hızımız yer yer 4,5 knot’a kadar düşecekti ve ağır denizlerden daha az etkilenebilmek için rotayı değiştirecektik.

Bata çıka Ouessant dönüşüne doğru ilerledik. 2,5 gün, 3 günü aştı. Annemden emdiğim sütleri bırak en az 12 yaşıma kadar içtiğim tüm sütler burnumdan geldi. Tarif etmesi biraz güç. İnsanın kendi yatağı bir rodeo boğasına dönüşür o sallantıda. Kendini üzerine zincirle bağlasan duramazsın. Karnın açlıktan guruldar ama yemek yiyemezsin. Zaten o şartlarda yemek pişirmek bile imkânsızlaşır. Susuzluktan ölsen de günde 1 bardak sudan fazlasını içemezsin, o 200 ml suyu da 24 saatte yudum yudum anca içersin. Mide bulantısı, baş ağrısı, yorgunluk ve mallık… Ya biri ya da hepsi, kesin vurur bedeninizi.

Biscay da 4. güne girerken Ouessant’a 50 mil kadar yaklaşmıştık artık. Ama hava bir adım bile geri atmıyordu, bilakis kuzeye çıktıkça daha da kötüleşiyordu. Bu şartlar altında demirlemeye karar verildi. Haritada en uygun yer, Brest’in doğusunda kalan Douranenez koyuydu. Buraya kaçmak için trafik kontrolden izin aldık. Demirlediğimizde saat 02.00 civarıydı ve günlerden beri ilk defa denge mekanizmamız fazla mesai yapmıyordu.

Gün doğduğunda rüzgâr şiddetini koruyordu ama dalgalar koyun içlerine kadar giremiyordu. Bu yüzden bize bir etkisi olmuyordu kötü havanın. Buna rağmen uyanmamam gereken bir saatte çevremizde dolaşan bir botun motor sesi ile gözlerim açıldı. Lombozdan baktığımda sahil güvenliğe ait bir zodiac dolusu görevli gemiye çıkış yapıyordu, anında da kamaramdaki telefonum çaldı. Aşağıya çağrılıyordum. Bir sürü evrak, donumuza kadar aranma ve haksız bir ceza kesilmesinden sonra Fransızlar “hoş geldin” partisini bitirip gemiden ayrıldı. Biz de normal hayatımıza dönüp, demirlemenin keyfini çıkartmaya başladık. Geminin sallanmaması bile bir keyifti bizim için.

Koydaki 3. günümüzde hava raporları düzelir gibi oldu. Biz de demir alıp Ouessant’a doğru ilerlemeye başladık. Ama raporlar çok gerçekçi değildi, en azından bizim bulunduğumuz bölge için. Koydan burnumuzu çıkartır çıkartmaz Rock’n Roll tekrar başladı. İnatla ilerledik. Gemi 35 dereceye kadar yalpaya yatıyor, bodoslamada patlayan dalgaların serpintileri, köprü üstünün camlarına kadar ulaşıyordu. Aşağıdan, Biscay geçişinde sağlam kalan tabak çanakların kırılma sesleri geliyor, kamaralarda açıkta duran her şey yerlere saçılıyor, masalar ters dönüyor, bilgisayarlar, dosyalar, haritalar havada uçuşuyordu. Hızla kapanan bir kapı tarafından hastanelik edilmek, ya da bağını koparmış bir buzdolabı tarafından kurbağa gibi çiğnenmek içten bile değildi. Köprü üstünde yapıştığım yerden en son hatırladığım hızımızın 1 knot’a kadar düşmesi ve bu yüzden dümene kumanda edemememizdi. Kapkaranlık gecede fırtına ve dalgalar bizi döve döve kayalıklara doğru sürüklüyordu. Sığlık fenerine o kadar yaklaşmıştık ki sanki köprü üstünün içinde çakıyordu. Telsizde bağrışlar durmuyor, trafik kontrol bir yandan, sahil güvenlik diğer yandan ‘Dikkat’ çağrıları yapıyor, “Ouessant’a ulaşmayı başarabilecek misiniz?” diyordu.

Başaramadık tabi…

O gece Ouessant’a ulaşamadık. Başardığımız tek şey, kayalıklara yarım mil kala geminin burnunu çevirebilmekti. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama burnumuzu çevirdik, hızımız biraz arttı, böylece dümene kumanda edebilmeye başladık ve sürüklenmenin önüne geçebildik. Koya geri döndük. Demiri çakıp hep beraber bayıldık.

Koyda 2 gün daha bekledik. Anlaşmaya göre yük altına en geç 5 Aralıkta girmemiz gerekiyordu ama şimdiden ayın 30’u olmuştu. Nador’dan kalktığımızda Kasımın 20’siydi ve Gdynia’ya olan 2224 millik mesafe normal şartlarda bizim geminin tam yolu ile en fazla 7 gün sürerdi ama aradan geçen 10 güne rağmen yolu daha yarılamamıştık bile.

Akşama doğru meteoroloji istasyonları rüzgârın güneye doğru döndüğünü rapor ediyordu. Etrafımızda da rüzgâr kesilmişti. Durgun ama soğuk bir hava hâkimdi demirlediğimiz yerde. Tekrar denemeye karar verdik. Gerekli yerlere kalkacağımızı telsizle bildirdikten sonra Aralık ayının ilk saatlerinde demirimizi alıp, koyun sakin sularını yararak ilerlemeye başladık. Bu sefer koydan sorunsuzca çıktık. Aldığımız raporlar doğruydu ve rüzgâr gerçekten güneye dönmüştü. Rahat bir nefes aldık. Birkaç saat sonra nihayet 1 hafta boyunca hedefimiz haline gelen Ouessant’ı döndük ve eskiden Manş Denizi olarak anılan İngiliz Kanalına girdik. Sonrasında Dover’i, Kuzey Denizini ve Baltık denizini nispeten sorunsuz geçerek varış limanımız Gdynia’ya ulaştık.

*1) Uşant. (Fransızca bir kelimeyi okuyup telaffuz etmek ne zor bi şey. Ben çektim siz çekmeyin)

*2) Rüzgâr hızını tarif etmek için kullanılan skala.
*3) Yaklaşık saatte 85 km
*4) Tolga Sandıkçı: 20.ve 21.yüzyıla damgasını vurmuş ünlü bir Türk denizcisi.
*5) Geminin arka tarafının sol köşesi diyeyim.
*6) Revolution per minute, dakikadaki devir sayısı, Torna da aynı şey demek


GDYNIA

Halatları bağlar bağlamaz kendimi karaya attım. Kaptan da sağ olsun bize kıyak yapıp Seçkin’le ikimize birden izin verdi. Yük işlemlerini bitirdikten sonra serbest kaldık ve hemen hemen Dünyanın her yerinde, haftanın en gözde zamanı olan Cumartesi gecesinde Gdynia sokaklarını arşınlamaya başladık. Yabancı bir şehir, soğuk bir hava ve eğlence isteği… Bu karışım zaman zaman büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. Ama biz fazla yorulmadan ve bi taraflarımız donmadan küçük bir Pub bulup kendimizi içeri attık. Gecenin açılışını Gin Tonik ile yapıp barmenden şehrin eğlence mekanlarının, popülarite ve lokasyonları hakkında gerekli bilgileri aldık. Chelsea – Manchester City maçını bitirmek için birer duble daha patlattıktan sonra bu sevimli Pub’ı terk ettik.

Eğlence mekânların topluca bulunduğu meydanı keşfetmemiz çok uzun sürmedi. Hepsine tek tek kafa uzattıktan sonra Elypse Club’da karar kıldık. Geniş, asma katlı, güzel bir barı olan, duyma bozukluklarına yol açabilecek, hatun dolu bir mekân. Daldık tabi içeriye. İlerleyen saatlerde içerideki alkol seviyesi gittikçe yükseldi. Fil gibi içtim. O yüksek volümlü atmosferde tanıştığımız insanlarla nasıl sohbet ettiğimizi ve nasıl anlaştığımızı hatırlamıyorum ama gayet eğlenceli ve samimi bir ortamdı. Fakat Polonya kızları güzellik bakımından sınıfta kaldı. Doğu Avrupa’nın yüz karaları. Bizim tanıştıklarımız harici gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Umarım bölgesel bir şeydir. Gemiye nasıl döndüğüm de bir muamma. Ertesi gün ( teknik olarak o gecenin sabahı) uyandığımda, aynen filmde dediği gibi “kafamda filler sikişiyordu” ve hepsi de hala pembeydi. Biraz kendime geldikten sonra fotoğraf çekmek için yeniden dışarı çıktım.

Dünyada bazı şeyler değişmez, nereye gitseniz üç aşağı beş yukarı aynıdır. Gdynia’da da Pazar, diğer birçok şehir de yaşandığı gibi aynıydı. Pusetlerini iten yeni anne babalar, parkta oynaşan çocuklar, yürüyüş yapan aileler, el ele dolaşan sevgililer, kahve içen çiftler… Soğuk havaya aldırış etmeden sokakları, parkları ve cafeleri doldurmuşlardı. Ben de onlardan biri gibi dolaşmaya başladım. Aklıma geçen gece gördüğüm, meydanın yanındaki rıhtımda bağlı eski yelkenli gemiler geldi. Yönümü o tarafa doğru çevirdim. Kulağıma müzik sesleri geliyordu. Aynı meydanda kurulan sahneyi hatırladım. Yaklaşık 4 derece santigratlık havada denize giren bir gurup akşamdan kalma salağın olduğu genişçe bir plajdan geçip marinaya doğru ilerledim. “Bana yemek ver” diye gözünün içine bakıp, kordon boyunca suda benimle birlikte hareket eden bir sürü kuğu ve kanatlı su mahlûkatının duygu sömürüsü eşliğinde marinayı arşınlayıp müziğin kaynağına ve yelkenli gemilerin bağlı olduğu rıhtıma ulaştım.

Meydanla rıhtım arasına kurulmuş sahnenin çevresinde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Herkesin kafasında Noel Baba’nın kırmızı kukuletası vardı, bazıları işi abartıp kıp kırmızı giyinmişlerdi. Eski gemilerin fotoğraflarını çekip kalabalığın içinde bir banka oturup konseri seyretmeye başladım. Noel eğlencelerinin ortasına düştüğüm için şanslıydım. Genelde ıskalarım böyle şeyleri. Saat 15:00’e yaklaşıyordu. Sahneden yükselen yerel melodilerin eşliğinde, gri gökyüzü kararmaya başlamıştı. Yanmaya başlayan sokak lambaları, direklerdeki Noel süslemeleri, dükkanların ışıklı tabelaları, rıhtımda, direkleri rengarenk aydınlatılmış eski yelkenliler ve bunların ıslak zeminden yansımaları, şehrin soğuk havasına bir sıcaklık katıyordu. İçimde bir burukluk oluşmaya başlamıştı. İnsanlara baktım. Hepsinin yüzlerinde bir tebessüm asılıydı. Buradaki işleri bitince, sıcak evlerine gideceklerdi sevdikleriyle. Ben ise apayrı bir dünyaya… O oturduğum banktan kalkmak istemedim. Sanki oturma sürem uzadıkça aralarına kaynayacaktım. Ama bir tek benim başımda kırmızı kukuleta yoktu... Ayak sürüye sürüye yürümeye başladım. Alkol dükkânından Votka, Cin ve Rom alış verişi yapıp limanın yolunu tutum. Kamyonlar, yük vagonları, lokomotifler, iş makineleri, vinçler, kreynler ve gemilerin oluşturduğu “Kaos korosu” beni bekliyordu. Gerçekliğime dönmüştüm.

O yüklemede bitti. Gece yarısı son halatı sahilden alıp avara olunca insan başka bir havaya bürünüyor hemen. Dönen pervane, gemide oluşturduğu o daimi titreşim ve makine dairesinden yükselen derin uğultu ile birlikte karanlıklar içindeki Baltık denizine dalış…


DÖNGÜ

Gdynia’dan yüklediğimiz 8375 metrik tonluk amonyum sülfatı, İskenderun’a götürmek üzere Baltık Denizine açıldığımız 7 Aralık sabahı, önümüzde 4446 millik kat edilecek bir yol vardı. Yaklaşık 15 gün sürecek yolculuğun rotasını toplam 43 haritaya çizmiştim. Yolculuğun ilk sorunu, hafta sonu yüzünden gemiye gelemeyen sigaralardı. Personel anında homurdanmaya başladı çünkü kimse kötü ihtimalleri düşünüp kendine sigara ikmali yapma zahmetinde bulunmamıştı. Sigarasızlık gemideki en ölümcül problemdir. Hemen şirketle bağlantıya geçip, Gdynia’da sigara alınamadığını ve Gibraltar’da yakıt alımı sırasında, mutlaka gemiye sigara da gönderilmesini istedik. Bu ortalığı biraz olsun yatıştırdı.

Danimarka’nın Kuzeyine kadar hava koşulları başımızı ağrıtmadı. Ama Skagen’i(*1) döner dönmez, gelişimiz sırasında bize insaflı davranarak beni şaşırtan Kuzey Denizi, bu sefer bir acıma göstermeyecekti. Viking Tanrılarının hışmından ancak Dover’i(*2) geçtiğimizde kurtulduk. Ama bu bir şey ifade etmiyordu bizim için çünkü hepimizin aklında yol aldığımız İngiliz kanalının bitiminde eninde sonunda gireceğimiz Biscay vardı.

Sağ olsun Biscay beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Bu sefer doğulu rüzgârlar ve swell’ler ile hırpalıyordu bizi. Kaçacağımız bir yer de yoktu. Çıldırmış denizleri kıç taraftan almak için(*3) rotamızı batıya, yani açık denize doğru kırmamız gerekiyordu, bu da bizi yolumuzdan epeyce uzaklaştırıyordu. Cadiz Körfezine girebilmek için geniş bir kavis çizmemiz gerekecekti. Rüzgârın kuzeye dönmesini boşuna diledik. Bu kadar insafsızlığa rağmen, 16 Aralık’ta A.G.D(*4) bir vaziyette Cebelitarık Boğazına girerken durumumuz pek parlak değildi. Yakıtımız neredeyse tükenmiş, suyumuz 2 gün önce bitmiş, sigaramız sıfırlanmış ve kumanya kırmızı alarm vermeye başlamıştı. Bütün gece drift’te(*5) bekledikten sonra 17’si sabahı Gibraltar’da mendirek ağzına demiri çaktık.

120 ton fuel oil, 30 ton diesel oil ve 4 box sigara aldıktan sonra öğlene doğru Gibraltar’dan demir alıp hemen karşı kıyısındaki İspanyol limanı Algericas’a demirledik. Burada da 150 ton su ikmali yapıldı. Biscay geçişimiz sırasında delinen buhar kazanını da o gece onardıktan sonra 18’i sabahı sorunlarımızın çoğunu halletmiş vaziyette Akdeniz’in tanıdık sularında ilerlemeye başladık.

*1) Danimarka’nın kuzey ucundaki burun.
*2) İngiltere ile Fransa’nın birbirine en yaklaştığı, adını kanalın İngiliz tarafındaki Dover şehrinden alan dar geçit.
*3) Denizcilik âleminde bir tabir vardır: “Kıçtan gelsin, kol gibi gelsin”
*4) Amı götü dağıtmış…
*5) Gemilerin demir atmadan açıkta Makine stop’ta beklemeleri.


AKDENİZ

Gezegenimize hayat veren “Güneş” isimli yıldızı bir aydan beri ilk defa görüyordum. Isı 18 dereceye kadar yükselmişti. Deniz o kadar sakin ve çırpıntısızdı ki karıncalar kıyıdan su içebilirlerdi. Atlantik’de geçen insanlık dışı olaylardan sonra Akdeniz bir rehabilitasyon merkeziydi sanki. Salak bir gülümsemeyle kırlangıçta kertenkele gibi güneşleniyordum. Ama bu mevsimde, bu sükûnet iyiye işaret olamazdı. Kıllanmaya başlamıştım.

Kıllanmakta ne kadar haklı olduğum akşamki hava raporlarında yazıcıdan çıkmaya başladı. Önümüzde, Kuzey Batılı 7–8 şiddetinde bir fırtına vardı ve Lion Körfezinde de(*1) 10 kuvvetinde (*2) hava veriyordu Meteo France. İlk tepkim “OoooHA” oldu. O ne arkadaşım ya? Bizim yolumuzda değildi burası belki ama önüne kattığı dalgalar Kuzey Afrika kıyılarına kadar gelecekti ve gireceğimiz 8 kuvvetindeki hava ile birleşecekti. Bu demek oluyordu ki bizim rehabilitasyon merkezi kapanmak üzereydi. Nitekim Alboran Denizi bitip, Cezayir sahillerine ulaştığımızda, denizleri bordadan yemeye başladık. Çok ilginçtir ki nereye gitsek rüzgârı ve denizleri, bizi en çok sallayacak olan bordadan(*3) yiyorduk. Tunus Kıyılarına ulaşana kadar dost dediğimiz Akdeniz bizi tüm gücüyle vurdu. Yediğimiz en sert havayı yedik. Şükür ki öfkesini 1,5 günde yitirdi ve rüzgâr güneye drise etmeye başladı biz de rahatladık.

Şu an İyon Denizinde, Girit’in güneyine doğru ilerliyoruz. Hafif hafif sallanmaya başladık yine. Çok sinir bozucu… Yolculuğumuzun sonlanmasına 1001 deniz mili kaldı. Herhangi bir aksilik yaşanmazsa, bu mesafeyi şu anki süratimizle 3,5 günde kat ederek, İskenderun’a ulaşacağız. Kısmet tabii. Muhtemelen yükün tahliyesi 3 gün civarı sürer. Bu süre zarfında bir doktor ziyaretinde bulunacağım zira göğüs boşluğumda pek hayra yormadığım, beze gibi bir şey hissediyorum. Hayırlı bir şey olsa orada çıkmaz zaten. Eğer önemli bir şeyse, sefere devam etmeyeceğim. O zaman mektuptan önce gelirim. Ama önemsiz bir şeyse İskenderun’dan, İzmir’e gideceğiz ve oradan yükleyip. Küba’ya doğru yelken açacağız. Tahmini Küba’ya gidişimiz ve oradan tekrar Kıta’ya dönüşümüz iyimser bir tahminle 55–60 günü bulacak. Bu da neredeyse kontratımın sonu demek...

*1) Fransa’nın bu sefer Akdeniz kıyılarındaki diğer ünlü körfezi. Burada Hurricane’lere yakın derecede fırtınalar görülebilir.
*2) Yaklaşık hızı saatte 102 km.ye tekabül eden fırtına
*3) Geminin yan tarafları.

Ünlü Denizciler 1



CPT. WOLF LARSEN

Jack London’un Sea-Wolf romanında ki, “Ghost” adlı fok avlama Uskunasının kaptanı. Bir kaza sonucunda “Ghost” tarafından kurtarılan ve gemide yaşamak zorunda bırakılan Amerikalı Beyefendi Humphrey Van Weyden’in ağzından anlatılan hikâyede Kurt Larsen, gaddar, alaycı, gemisinde ki otoriteyi, büyük fiziksel gücü ile korkutarak ve kaba kuvvet kullanarak sağlayan biridir. Bireyci, Hedonist ve Materyalist, ruhun ölümsüzlüğüne ve insan hayatının kutsallığına inanmayan düşüncelere sahiptir. Vücut hatları düzgün, kas yapısı gelişkin ve yakışıklıdır. Bütün hayatı denizlerde geçmiş, gemilerde çalışmaya ilk olarak 12 yaşında kamarotluk yaparak başlamış, 16sında gemici ve 17sinde usta gemici olmuştur. Aynı zamanda son derece zeki ve entelektüeldir. Eğitim alma imkânı olmamasına karşı O,Navigasyon, Matematik, Edebiyat ve Filozofi alanlarında kendi kendini geliştirmiş ve sonunda kendi gemisinin Kaptanı olmuştur.

Romanda çok zalim gibi gözükse de, aslında hayatın gerçeklerini yansıtan bir kişilik. İnsanların yalanlar ile süslediği yaşamı, gerçekliği ile yüzümüze vuruyor hikâyede.

Bir tartışmada Kurt Larsen, Van weyden’e:

“Sen, insan yaşamını kastederek konuşuyorsun. Peki, eti için hayatlarını aldığın hayvanlar, kuşlar, balıklar… En az benim kadar yapmışsındır bunu. İnsan yaşamı da bundan farklı değil işte. Sen farklı olduğunu düşünüyorsun ama değil. Neden bu ucuz ve değersiz hayatlar için hasisice davranayım? Denizdeki gemilerin sayısından çok daha fazla tayfa var, yada fabrikaların sayısından çok çok daha fazla işçi var. Neden siz kara insanları, yoksullarınızı, sefillerinizi kenar mahallelerdeki virane evlerde yaşatıyorsunuz? Neden açlığı ve salgın hastalıkları onların üzerine salıyorsunuz? Bir dilim ekmek, bir parça et için ölebilecek binlerce yoksul var. Bunlar için ne yapılabileceğini bilmiyorsunuz. Yıkım mı demiştin? Bu yaşamın yıkımı değil mi sence? Sen hiç Londralı denizcilerin gemide çalışabilme şansı elde edebilmek için vahşi hayvanlar gibi kavga edişlerine tanık oldun mu?
Biliyor musun? Yaşamın değeri, onun kendisine verdiği değer kadardır. Tabii, kendi lehine karar verme isteğinden dolayı, hep hak edilenden fazlası biçilir...”

Lucifer'e yolculuk


"En azından, burada özgür olacağız, Tanrı burayı kıskançlığı ile sarmamış henüz, Bu nedenle bizi yönetemeyecek, Burada güven içinde sürdürebiliriz saltanatımızı, Bu saltanat için cehennemde bile olsa savaşmaya değer, Cennette kulluk edeceğime, Cehennemde Efendi olmayı yeğelerim..."