İlk zamanlar Karada
bıraktıklarım çok fazlaydı benim için ve döndüğümde yerinde bulamamaktan
korkuyordum hep. Araya giren ayrılık uzundu. İlişkilerim de bu yüzden bitiyor
ya da güzel şeyler yaşayabileceğim insanlar daha başlamadan ricat ediyorlardı. Sevdiğim
insanları kaybediyordum deniz yüzünden. Sanırım yalnız ölecektim. Arkadaşlarım
evleniyor, yakınlarım vefat ediyor ama ben ne iyi günlerinde mutluluklarına ortak
olabiliyordum, ne de kötü günlerinde destek olabiliyordum. İşimden nefret
ediyordum. Bazen gemi o kadar dar
geliyordu ki panikliyordum. Sağ, sol, yer, gök masmaviydi. Kaçacak hiçbir yer
yoktu. Dünyanın herhangi bir yerinde denizleri yararak ilerleyen, demir yığını
bir kütleye hapis edilmiştim sanki. Edmond Dante gibi hissediyordum kendimi.
Hayat tarafından ihanete uğramıştım. Çevrede konuşacak, dertleşecek kimse
yoktu. Yaşadığım sıkıntı ve çöküntüleri atlatmak çok zordu. Bunlar derin izler
bıraktı tatbikî. Zamanın aşındırıcı etkisiyle olaylara tepkilerim değişti. Plan
yapmamaya başladım. Kafamın içindeki raflarında, hayallerim geçen yıllarla
beraber tozla kaplandı. Yalnızlığa alıştım, artık hayat tarzım olmuştu. Artık
eski coşkumu da kaybetmiştim ilişkilerimde. Aileme, arkadaşlarıma, akrabalarıma
gerekli ilgiyi gösteremiyordum. Sadece kendi çevremdeki hayatı yaşamaya
başladım. Nehirde sürükleniyordum ve hiç çaba harcamıyordum kıyıya kürek çekmek
için. İnsanlar alınmıştır belki, ya da yargılamışlardır beni kendilerince. Ama
anlamalarını beklemiyorum. Her şeyin bir sebebi vardır. Ama insanlar hep kaşı
tarafı yargılamaya bayılır. Kendi yaptıklarını ise göremezler. Ben kimseyi
yargılamıyorum uzun süredir.
Ben bunların içinde boğulmamak için
çabalarken, her denize çıkışım insanlara tatile çıkıyormuşum hissi vermesi
biraz ironik oluyordu. Nerelere gideceğim, neler yaptığım, gemide neler
yediğimi merak ediyorlardı. Bazıları “Gemide hep balık mı yiyorsunuz” diyordu. Ya
da, 6 ay deniz üzerinde, hiç durmadan gittiğimizi zannedenler vardı, amacımız
neyse? Şehir Hatları vapurlarını kullanıp kullanamayacağımı soranlar ise gözdem
oldular her zaman. İnsanlar sıkılıyorlardı kendi hayatlarından. Denize açılmak
bir kurtuluş gibi geliyordu bazılarına. Orhan Veli’nin şiirindeki gibi...
Özgürlüğe açılan en yakın kapıydı belki. Bir bilinmezlik, bir macera, alegori…
Hepsi yaşanabilirdi o kapıdan adım atar atmaz. Yeni yerler görmek, keşfetmek,
bilinmeyene ulaşmak her zaman kendine çekmişti zaten insan türünü. O yüzden
Himalayalar’a, 8848 metreye tırmanırken dondu,
Yeni Gine ormanlarında yamyamlara yem oldu, Horn Burnunun azgın dalgalarına
direnirken, gemileri kayalıklarda parçalandı. Ama dönmeyenler yıldırmadı, başka
biri her zaman bayrağı devraldı. Ben de her ne kadar HMS Endeaovur’ın
güvertesinde keşif gezisine çıkmasam da zamanla onlara hak verdim. Monotonluk
her yerde vardı ama karadaki monotonluktan kurtulmanın yolları çok azdı. Ben
ise monotonluğa düştüğüm anda, hayat değiştirip, öteki tarafa kaçabiliyordum. Sıkıntılı
bir işim evet vardı ama karada çalışanlar daha mı memnunlardı hayatlarından?
Her gün aynı saatte kalkıp saatlerce şehir trafiğinde yol tepmek daha mı
iyiydi? Gün boyu bir sürü insanın ağız kokusunu çekmek veya komplekslerinin
altında ezilmek daha sinir bozucu olmaz mıydı? Her akşam eve ulaşmak için aynı
yolu tepmek, trafiğin insafına göre eve varmak, hafta sonunu iple çekmek daha
mı iyi gelirdi bana? Belki gelirdi. Bilinmez.
Artık denizi seviyorum.