HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

10 Ekim 2010 Pazar

Seyir Hikayeleri 6

ADAYA VEDA

Küba ile Florida Keys arasında driftin 5inci gününde, sisler içindeki durgun, gri denizin üzerinde ağır ağır sürüklenirken, OKI marka vurmalı yazıcımız köprüüstünü inleterek, yeni sefer talimatını kâğıda dökmeye başladı ve uzun bekleyişimize bir son verdi. Nihayet gideceğimiz liman belli olmuştu. Bulunduğumuz noktanın 370 deniz mili doğusunda, yine bir Küba limanı olan Puerto Padre’den dökme şeker yükleyip, Rusya’nın Novorossiyk limanına götürecektik. Bomba bir sefer daha!

Yükün dökme olması bizi biraz germişti. Çünkü ambarlar yükleme öncesinde yetkililer tarafından kontrol edilecekti. Ambarlar kuru ve temiz olmazsa yüklemeyi, istedikleri standartlar yerine getirilinceye kadar, erteleyebilirler hatta yükü vermekten vazgeçebilirlerdi. Şirketin böyle bir yük alabileceğini tahmin ettiğimizden driftde kaldığımız bu son beş günde bir şeyler yapmıştık elbette ama ambarlar o kadar kötüydü ki bir türlü toparlayamıyorduk. Zamansızlık ve malzemesizlik yüzünden pasın üzerine boyayı vurmak zorunda kaldık. Çirkin bir kız gibi bol makyaj yapıp loşta kalmaya dikkat edecektik.

19 Şubat sabah saatlerinde Puerto Padre açıklarına vardık ve yüksek su ile beraber şamandıralar arasından limana ilerlemeye başladık. Küba’da uğradığımız her üç liman da aynı özelliklere sahipti. Hepsi açık denize dar bir boğaz ile bağlanan genişçe koylara kurulmuştu. Buradaki kanal da sahildeki güzel bir köyü ikiye bölüyordu. İlk göze çarpanlar, türkuaz berrak suların hemen kıyısında kurulmuş tek katlı bakımsız evler, Hurricanelerin şiddetli rüzgârları yüzünden aynı yöne doğru eğilmiş palmiyeler, suyun içinde yaşayan bir ağaç ve upuzun bir kumsaldı.

İskeleye bağlandıktan sonra kontrol fazla uzun sürmedi. Korktuğumuz da olmadı ve ambarlara bir şey diyen çıkmadı. Gözünü sevdiğim Kübalı kontrolör, üstün körü bakıp, yüklemeye onay vererek kalplerimizde taht kurdu. İlk şekerler ambara dökülürken içime de bir burukluk düştü. Son limanımızdı Küba’daki ve yarın sabah Avrupa’ya doğru yola çıkacaktık. Neredeyse 2 hafta geçirdiğim Ada’ya son bir kez el sallayacaktım. Ama aynı zamanda eve döneceğim için de heyecanlıydım. Dönmek için sebeplerim vardı.

Öğleden sonra kumanya sorunumuzu çözmek için Kaptan, Çarkçıbaşı ve 4üncü ile beraber alışveriş için acentenin gönderdiği araçla Puerto Padre’ye indik. Burada yaşayan çoğu ailenin Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışan bir yakını olduğunu ve onlara düzenli para gönderdiklerini öğrendik. Bu yüzden de şehrin genelinin gelir seviyesi Küba ortalamasının üstündeydi. Turistik yerlere de çok yakın olduğundan canlı bir şehirdi. Paramızı Küba parasına çevirdikten sonra şoförümüz bizi bir mini markete götürdü. Gayet güzel, temiz ve beni şaşırtan bir çeşitliliğe sahip bir marketti. Tek sorun, gerçekten “mini” olmasıydı. Türkiye’deki bir “ŞOK” marketin ¼’ü kadar bir yerdi burası ve sadece biz içini kütlelerimizle doldurmuştuk.

Alacaklarımızın, 20 kişilik mürettebatı, ikmal yapacağımız Gibraltar’a ya da Kanarya Adaları’na kadar, Atlantik geçişimiz boyunca en az 7–8 gün idare etmesi gerekecekti. Alış verişe başladık. İlk darbeyi yiyen dolapta sakin sakin müşterilerini bekleyen tavuklar oldu. Hemen hemen hepsini aldık. Dolabın başından çekildiğimizde içeride sadece 2–3 tane yamuk yumuk tavuk kalmıştı. Sonra raflardaki makarnalar, pirinçler, bisküviler, dondurmalar, sütler vs. kasiyer kızın şaşkın bakışları altında alış veriş sepetlerimize dolmaya başladı. Neredeyse yenebilecek her şeyi almıştık. Tercümanlığımızı da yapan şoförümüz durumu her ne kadar açıklasa da, yabancı 4 kişinin marketi yağmalaması, duyanların da ilgisini çekiyordu. Marketin vitrininin önünde küçük bir seyirci topluluğumuz oluşmuştu bile.

Oradan çıktığımızda marketi neredeyse kurutmuştuk. Sırada bulmamız gereken sebze, meyve, tuz ve un vardı. Kasabada pazara benzeyen bir şey bulamadık. Yürürken sadece bazı evlerin küçük verandalarının duvarlarına dizdikleri az sayıda sebze meyveyi satan insanlara rastlıyorduk. Bizde gördüğümüz her durakta durmaya başladık. İnsanların küçük tezgâhlarında tanıdık ne varsa alıyorduk. Birinden 6 domates, 4 hıyar, 3 muz, 1 ananas diğerinden 10 domates 6 hıyar, 1 mango toplaya toplaya ilerliyorduk. Ta ki elinde daha çok çeşit olan kör bir amcaya ulaşıncaya kadar... Biz gelince içerden oğlu geldi ve bize cennet bahçesi gibi gelen, evin arka tarafına götürdü. Domatesler, soğanlar, sarımsaklar, patateslerle doluydu burası. Buradan da yeterince alış veriş yaptığımıza kanaat getirip un ve tuz bulmaya koyulduk. Ama bu is hiç kolay değildi. Un ve tuz devlet tarafından halka karne ile dağıtıldığından satışı yoktu. Her gördüğümüz fırında durup un ve tuz sağlamaya çalışıyorduk. Ama ne yaparsak nafile… Hiç kimse bunları bize satmaya yanaşmıyordu. Uzun uğraşlardan sonra şoförün arkadaşının çalıştığı depo gibi bir yerden illegal yollardan 20 kilo kadar tuz aldık. Unu ise hiçbir yerde bulamadık. Ama bir fırınla anlaşıp yarın sabah için 300 tane ekmek siparişi verdik ve bunu gemiye ulaştırması için sürücümüzü görevlendirdik.

Alış veriş bitmişti. Yemek yemeye karar verdik. Şoförün sahil kenarında bildiği bir yere doğru yürürken, tekrar karşılaştığımız tezgâhlarını boşattığımız elemanlar bize minnettarlıkla selam veriyorlardı. Ama ortalık domates, soğan arayan kadınlarla dolmuştu. Ulaşamadığımız tezgâhları arıyorlardı. Yanımızdan geçerlerken bize gülücüklerle İspanyolca bir şeyler söylüyorlardı. Anlamadık tabi, ama tahmin edebiliyorduk dediklerini. Çekirge sürüsü gibi geçtiğimiz yerleri kurutmuştuk. Umarım kasabayı geçici bir kıtlığa maruz bırakmamışızdır.

İçeride sadece 3 masası olan küçük, salaş bir yere girdik. Masa ve sandalyeleri kırmızı renkli plastiktendi ve üstlerinde örtü ya da servis bulunmuyordu. Denizle arasında dar bir yol vardı. Fazla rüzgârlı olduğu için küçük bahçesine oturamamıştık ama içeriden de koyun manzarasını rahatça görebiliyorduk. Oturup hemen üzerinde korsan resmi olan yerel biralarından söyledik. Guruba en uymayan kişi, alkol kullanmayan, Çarşamba’daki köyünün dünyadaki en güzel yer olduğunu iddia edip, oraya buraya devamlı bok atan Çarkçıbaşıydı. O kolasını, biz biralarımızı yudumlarken siparişlerimizi alan garson mutfağa girdi ve isteklerimizi hazırlamak için aşçılık yapmaya başladı. Mutfak küçük olduğundan herkesin siparişini aynı zamanda hazırlayamıyordu zavallıcık. Nitekim tabakları aynı anda getirme hevesi yüzünden yemeklerin sıcaklık dengesini de pek tutturamamıştı. Jumbo karides, ismini bilmediğim bir balık ve salata… O kadar lezizdi ki ılıkmış, sıcakmış sorun etmedik. Tabağı daha yarılamadan ben ikincisini sipariş etmiştim bile.

Yemekleri bitirdiğimizde hava alacakaranlık moduna girmişti. Birazdan batı ufkunda hiç ışık kalmayacaktı. Bahçeye çıkarttığım kırmızı sandalyemde Mojitomu yudumlarken, siyaha çalan gökyüzünde yıldızlar yavaş yavaş kırpışmaya başlamıştı. Kafam çakırkeyif olmuştu, karnım toktu, elimde purom tütüyordu, hava güzeldi, yumuşak bir rüzgar uzaklardan bir yerden Latin ezgileri taşıyordu kulağıma. Gözlerimi kapayıp, yüzüme hafifçe çarpan ılık esintiyi içime çekerek, ruhumu dinlendirmeye çalışıyordum. Yanımda Birini çok isterdim. Önümüzde uzanan kumsalda, kıyıya vuran küçük dalgaların çıkardığı sesler eşliğinde kucağında yatarken, şefkat denizinde huzur içinde boğulurdum oracıkta.

Romantizmimi 4üncü kaptan bozdu. Kalkıyorduk. Arabaya binip gemiye geri döndük. Malzemeleri gemiye taşıdık. Vardiyayı devraldım ve sabaha kadar, uzun gece boyunca güvertede oturup düşüncelere daldım.

Yükleme sabah bitti. Ambarlar kapakları kapandı. Gemiciler güverteye deniz netası yaparlarken biz de çıkış işlemlerini tamamladık. 20 Şubat cumartesi günü öğleden önce tüm halatlar mola edildi. Kanalın kıyısındaki güzel köydeki insanların el sallamaları eşliğinde Atlantik’in sularına ulaştığımızda oturup bir puro yaktım ve ardımızda gittikçe küçülen bu güzel adaya sessizce veda ettim.

M–26–7

Ardımızda güzel anılarla ayrılıyorduk Küba’dan. İstanbul boğazına kadar neredeyse her gün köprüüstü sohbetlerimizin konusu olacaktı bu ada ve adada yaşadıklarımız. Daha önce Güney Amerika’da ve Karayip Denizine kıyısı olan hemen hemen her ülkeye ve her adaya ayak basmıştım. Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Jamaika, Kolombiya, Venezüella, Guatemala, Honduras, Guyana, Brezilya, Arjantin, Trinidad, Barbados, Hollanda Antilleri vs… Geçmişte İspanyol, Portekiz, Fransız, İngiliz ve Hollanda’nın sömürgeleriydi hepsi. Ve sömürene göre de dilleri, mimarisi ve kültürleri farklılıklar göstermişti. Ama hepsinin tek bir ortak yanı vardı. Beyazların terk ettiği her yerde görülen yüksek Fakirlik oranı... Küba hariç hepsi demokrasi ile yönetiliyordu bu ülkelerin ve serbest pazar sayesinde her türlü mal giriyordu sınırlarından içeri. Ama yapay demokrasilerin kirlettiği her ülke de olduğu gibi, insanların büyük bir kısmı bu zenginliklere sadece aşağıdan bakıyordu. Bu da kıskançlık ve nefreti körükleyip, suç oranında patlamaya yol açıyordu.

Honduras’da Whooper yediğim Burger King’in kapısında pompalı tüfekli koruma vardı. Venezüella’da daha dışarı çıkışımızın onuncu dakikasında saldırıya uğramıştık. Kolombiya’da dışarı çıkan herkes soyulmuştu. Brezilya’da sokaklarda grup halinde yürürken bile bıçaklı saldırıya uğrayan denizciler olmuştu. Haiti’de insanlar üzerine giyecek bir şey bulamıyordu ve ayakkabıları aynı çift olmayan bir sürü insan görmüştüm orada. Jamaika ise suç oranında dünyada ilk beşteymiş.

Evet, Küba’da da insanlar zengin değildi. Her istediklerini bulamıyorlardı ülkelerinde. Son model arabalar yoktu caddelerde ve bize nostaljik gelen 50’lerın Amerikan arabaları doluydu her yer. Evler bakımsız, mobilyaları eskiydi ve artık neredeyse rastlamadığımız tüplü televizyondan seyrediyorlardı kanalları. Ama kimse aç değildi. Sağlık hizmeti en üst seviyelerdeydi ve herkes için ücretsizdi. Kimse hastanelerde rehin kalmaktan korkmuyordu. Hasta olursam sıçarım diye yabancı sigorta şirketlerine para saçmasına gerek yoktu kimsenin bizim gibi. Eğitime çok önem veriliyordu ve herkes eşit şekilde yararlanıyordu. Suç oranı çok düşüktü. Evlerin kapıları ve pencereleri kilitli değildi. Demir parmaklıklar ardına hapsetmemişlerdi kendilerini. Gördüğüm en güvenli ülkelerden biriydi. Günün herhangi bir saati dışarıdayken kendimi hiç tehlikede hissetmemiştim. Buna rağmen insanların Küba’yı kötülemelerine anlam veremiyorum. Belki devrimden beri süren Amerikan ambargosu olmasaydı, Karayipler’in parıldayan incisi olabilirdi Castro’nun Küba’sı.

BİTMEYEN YOL VE KITLIK

Küba’dan yaklaşık 6450 deniz mili uzaktaydı Novorosisk. Önce Gibraltar’a ya da Kanarya Adalarına uğrayıp yakıt, su ve kumanya ikmali yapacaktık. Normal şartlar altında bizim için 1 hafta sürecek bir yol. Hesap gayet basit, Mesafe / Hız = Zaman… Üstüne de 1 günlük hava müsaadesi koy hadi sana 8 gün olsun. Fakat bu gemide normal şartlar diye bir olgu şimdiye kadar söz konusu olmamıştı hiç. Gemi yine ilerlemiyordu. Onca bakıma ve tamirata rağmen, eski sorunumuz devam ediyordu. Her gün ya da gün aşırı saatlerce duruyorduk Atlantik’de. En son Kaver de* çatladı ve makine yürümez hale geldi. Makineciler enjektör arızasına alışmıştı artık ve nispeten kısa sürede giderebiliyorlardı bu sorunu ama Kaver çatlağının giderilmesi biraz daha zahmetliydi. Kaç kilodur bilemiyorum ama ağır bir malzemeydi ve askıya alınması gerekiyordu. Araba silindiri değildi bu sonuçta. İçine benim girebileceğim bir yerde hareket ediyordu ana makinenin silindirleri. Ona göre de kapağı vardı. Fakat hava ve deniz koşulları yine engelliyordu sorunu çözmek isteyenleri. Aşırı yalpa durumunda o kadar ağır bir malzemenin askıya alınması çok tehlikeliydi. Yıkıp geçerdi her yeri…

Havanın düzelmesini bekledik…

Ama 2. güne girdiğimiz de bile bir ılımlılık göstermedi. Kumanya yine alarm vermeye başladı. Arızayı hemen gidersek bile, bizi Gibraltar’a ulaştıracak miktarlar yoktu aşağıda. Seçenek kalmamıştı. Hava koşullarının düzelmesini beklemek durumumuzu daha da kötüye götürecekti. Bu yüzden gözlerini karartan Makineciler o hava şartlarında, o kaveri kimse zarar görmeden değiştirdiler ve bizi tekrar hareket eder vaziyete geçirdiler.

Bu arada Atlantik’de 11inci güne girmiştik. Küba’dan aldığımız her şey suyunu çekmişti ve kıtlık baş göstermişti. Gemide artık et, tavuk, makarna, kuru bakliyat, pirinç, bisküvi, taze veya konserve herhangi bir sebze-meyve yahut kahvaltılık hiç bir şey kalmamıştı. Sadece hızla azalan bulgurumuz mevcuttu. Sabah, öğlen ve akşam sade bulgur pilavı yapıyordu aşçı. Bunca yıllık denizcilik hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Resmen yiyecek bir şey kalmamıştı gemide. Kurtlanmış un bile yoktu ekmek yapmak için. .Ve Gibraltar hala çok uzaktaydı.

Şirketle bağlantıdaydık. Kanarya Adaları daha yakındı ve ikmallerin buradan yapılması konuşuluyordu. Ama olmadı. Gelen talimatla rotanın hemen Gibraltar’a doğru değiştirilmesi isteniyordu. Ve Kanarya Adaları 2 günlük mesafedeyken rotamızı kuzey doğu’ya doğru değiştirdik. 3 gündür kesinti yapmamıza rağmen suyumuz da bitmişti. Tankların dibinde kalanları artık kovalarla çekiyorduk dışarı. Böyle giderse üzerine zehir sıkılan böcekler gibi titreye titreye ölecektik.

16ncı günde Cebel-i Tarık boğazından bir kez daha aynı koşullarda girdik. Aç ve susuz. Fakat acı haber, Gibraltar’da kuyruk vardı, gemilere yetişemiyorlardı ve bizi drifte yolladılar. Ertesi gün filikalardaki suları ölçü ile dağıtmaya başladık ve sıkıştırılmış acil durum peksimetlerini yemeye başladık. Açlıktan uyuyamıyordum artık ve çok susamıştım. Driftin 3üncü gününde, bu kadar açlığa rağmen hala zayıflamayan stajyeri pişirip yemeyi konuştuğumuz bir sırada, telsizden pilot istasyonuna doğru ilerlememizi isteyen kutsal ses yükseldi. Stajyer kurtulmuştu…

İlk önce yakıt ikmali yapıldı. Ardından oradan kalkıp su ve kumanya ikmali için karşı kıyıdaki Algericas’a demirledik. Kumanya geldiğinde uyuyordum. Köprüden aradılar “gel” diye. Hemen kalktım. Kaptan yukarı güzel bir piknik sofrası hazırlatmış. Kırmızı domatesler, yeşil hıyarlar, sarı peynirler, zeytinyağı içinde keyif yapan siyah zeytinler ve taze ekmek. Bu natürmort tablonun karşısında duygulanmamak çok zordu. Yedik… Ve patlayana kadar da su içtim. Ağır çekimde mutlulukla birbirimizi ıslattık. Çok mutluyduk gerçekten. Ertesi gün Akdeniz’in tanıdık sularında İstanbul’a doğru ilerlerken hepimiz tertemiz ve toktuk. Yanaklarımız pembeleşmeye başlıyordu yavaş yavaş.

AHIRKAPI

Gibraltar’dan kalkışın 7nci gününde İstanbul’daydık. 17 Mart Çarşamba günü akşam saatlerinde Ahırkapı açıklarına demir attık. Şirketten bir sürü insan da doldu gemiye. Zor bir sefer geçirmiştik ve moral vermeye gelmişlerdi. Onlarla beraber Elektrikçiler, Makine bakım ekibi, Telsiz tamir servisi, yeni 2nci Kaptan, yeni Aşçı, yeni gemici, yeni yağcı... Duyan dolmuştu gemiye. O anda kumanya botu ve yedek parça taşıyan bot da bordaya yanaştı. Bir anda Nuh’un gemisine dönmüştü ortalık. Her köşeden tanımadığım bir adam çıkıyordu. Ve görür görmez o nerde, bu nerde diye soru bombardımanına tutuyordu. Kaptan telsizden çağırıyor, enspektör ayrı bir iş veriyor, malzeme getiren çocuk malzemeleri teslim almamı istiyor, personel ile ilgilenen adam çıkış yapacakların evraklarını istiyor, kumanya botunun kaptanı kâğıtlarını imzalatmak için peşimden koşturuyordu. Sigortalarım ısınmaya başlamıştı. Bunlarla boğuşurken Seçkin de gemiden ayrıldı ve beni yalnız bıraktı. Kaç aydır beraberdik. Bir sürü zorluk atlatmıştık birlikte. Yaklaşık bir hafta sonra, Karadeniz dönüşü ben de ayrılacaktım ama onu karaya taşıyan acente botunun arkasından bakarken neredeyse ağlayacaktım.

Kâbus ise perşembe sabahının ilk saatlerine, millet son bota binene kadar sürdü. Herkesi uğurlayıp gönderdiğimizde, güvertede üstübü dolu şişko bir çuvalın üzerine attım kendimi. Bir gurup zenci tarafından tecavüze uğramıştım sanki. Kıçımda derman kalmamıştı. Saat 04:00da demir vardiyasını yeni 2. kaptana bırakıp kamaramda yatağın üzerinde bayıldım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder