HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

22 Ağustos 2010 Pazar

Seyir Hikayeleri 4


LAND HO !

“Kara göründü”…

Adını, Yeni Dünya’yı ilk gören kişi olarak tarihe yazdıran, Pinta’nın gözcüsü, Rodrigo de Triana, 1492 yılının 12 Ekim’i saat 02.00 sularında böyle bağırmıştı avazı çıktığı kadar. Gemicileri isyanın eşiğinde olan Cenovalı’nın da içine su serpilmişti bu çığlıkla. Yeni bir kıta keşfettiğinin farkında olmayan Kolomb, Bahamalar’ın bir parçası olan bu küçük adaya, San Salvador adını vermiş ve İspanyol toprağı ilan etmişti.

Yaklaşık 500 küsur yıl sonra, biz de bu zevki Gibraltar’dan çıkışımızın 22.gününde, San Salvador’un yaklaşık 200 mil güney doğusunda kalan, Caicos Adalarını görerek yaşadık. Güneşli bir öğleden sonra, gölgeler yavaş yavaş uzarken, sakin bir havada, Caicos Kanalına giriş yaptık ve lanetli Atlantik geçişimizi kimseyi denize atmak zorunda kalmadan tamamladık. Aksilik çıkmadığı takdirde, Küba’daki ilk tahliye limanımız Nuevitas’a bir günde kolaylıkla aşacağımız, 300 millik bir yolumuz kalmıştı.

Daha önce de bu sularda bulunmuştum. Birçok insanın tatil hayallerini süsleyen kıyıların ev sahibi Karayib Denizi. Kartpostallarda gördüğümüz Türkuaz sular, beyaz kumlar ve denize doğru boynunu uzatmış palmiyeler. Her ne kadar arkadaşlarımca, Karayibler ismini zikredince çok şanslı görünsem de 5 ay boyunca, konteynır limanlarının tipik keşmekeşliğinden başka çok az şey görmüştüm buralarda. Buna rağmen, bir zamanlar ünlü korsanların cirit attığı bu sularda seyir yapmak, haritalarda ilerlemek ve ilersi için tatil hayalleri kurmak bile benim için çok zevkliydi.


YENİDÜNYA

Şubat ayının 3üncü günü sabah saatlerinde, gece varıp, yüksek suyu (*1) beklemek için demirlediğimiz koydan demir alarak, gelen tonton pilotun kılavuzluğunda Nuevitas limanına yanaşmak için manevraya başladık. Koyun suları çok sığ olduğundan sadece şamandıralarla markalanmış, kısıtlı bir hat içerisinde yol almamız gerekiyordu. Yani pilotun verdiği rota komutlarını, dümencinin hatasız bir şekilde uygulaması icap edecekti. Fakat manevradan hemen önce jeneratör çöktüğü için Gyro pusula (*2) devreden çıkmış ve manevra saatine kadar da toparlanamamıştı. Bu da pilotun vereceği yön değerlerini, dümenci için anlamsız kılacaktı. Pusula yoksa yönde yoktu. Alternatif olarak Manyetik pusulayı kullanabilirdik ama ne yazık ki o da gemide doğru çalışmayan cihazlarımızdan birisiydi. Normal bir manevrada bile koca gemide dümen tutabilecek güvenebileceğimiz bir gemicimiz bulunmadığından Kaptan dümene benim geçmemi istedi ve 4.kaptanı, yerime kıç manevraya gönderdi. Hiç şaşırmadım, çünkü böyle durumlarda piyango nedense hep bana vurur. Dümen tutmak en kıl olduğum işlerden biridir. Dikkat ister. Hele de böyle dar yerlerde… Kulağınız pilotta, gözünüz bir pruvada bir cayro pusulada, gemiyi verilen rotada tutmaya çalışmak, zevkli olmayan, yorucu bir iştir. Şimdi bide pusula yoktu başıma.

Karadaki alametleri kullanıp, hatasız şekilde, gemiyi pilotun istediği rotalarda tutmayı başardım ve sorunsuzca yanaşmayı gerçekleştirdik. Küçük, virane bir limandı burası. Bizim tonajda ancak tek geminin sığabileceği bir iskelesi vardı ve beton kaplamasının yer yer çatlayan yerlerinden otlar fışkırmıştı. Kötü durumda, 3 adet eski Sovyet yapısı kreyn gözüküyordu. Depolama sahasında, yanaşma manevrası sırasında uzaktan köpek sürüsü sandığım bir gurup keçi, gemiye çıkış izni bekleyen onlarca işçiye aldırış etmeden, kafalarına göre takılıyordu etrafta.


NUEVITAS

Kontrol işlemleri bitip yük hesabı yapılırken, Stewedor’dan acı bir haber aldık. Adam bize bakıp, utanmadan tahliyenin en fazla 1 gün süreceğini ve ertesi gün akşam saatlerinde geminin kalkabileceğini söylüyordu. Tam bir şok... Donduk kaldık bu cümlenin üstüne. Ayrı bir boyutta, adamı boğazlıyordum. Gerçekten o anda heriften nefret ettim. 31 gün süren, kâbus bir yolculuktan sonra, limanda sadece bir gün kalmak… Başka bir kâbus olmalıydı bu. Gözlerimden yaşlar, Japon çizgi filmlerinde ki gibi çılgınca boşalacaktı neredeyse. Haber gemide salgın hastalık gibi bir anda yayıldı ve tüm gemi personelinin morali anında yerle bir oldu. Biz bu sinir harbini yaşarken, tahliye de öğleden sonra başlamıştı.

Sadece bir gece dışarı çıkabilecektik. Hayalimizde, seferin belli olduğu günden beri kurduğumuz “Küba Gecelerini” sadece o akşam tadabilecektik. Çünkü bir sonraki tahliye limanı olan Havana’ya boşaltılacak yük çok azdı ve tahminimize göre, sadece yarım günde bitirirlerdi bizi orada ve hemen yallah derlerdi.

Kaptanın bir muhteşem izni ile daha 2.kaptanla beraber akşam dışarı çıktık. Neuvitas’ın merkezinden epeyi uzaktık ve bizi oraya götürecek bir vasıta aramaya başladık. Köy gibi bir yerdi burası. Evlerin kapılarının hepsi istisnasız açıktı. Hatta dışarıya yüksek müzik saçan açık bir kapılardan birine bar diye daldık. Şort atlet vaziyetindeki bir adam, oturduğu koltukta, yüzümüze baka kalmıştı. İki tarafta ilk şaşkınlığı atlatınca, ev sahibi ile beraber kahkahayı basmıştık. Yarım saat karanlık sokaklarda dolaştıktan sonra, mobilet tipli ufak bir motosikletin arkasında, gemiye dönen 4.kaptanla karşılaştık ve onu yürümeye mahkûm ederek, aracına el koyduk. Sürücü dâhil 3 ayı, tek silindiri ile yeri göğü inleterek bizi taşımaya çalışan, bu zavallıya binerek yola koyulduk.

Sürücü bozuk yollardan dikkatlice ilerlerken, yolu kısaltmak için girdiği benzincide, yakıt alımını henüz tamamlayan bir polis aracının yanından geçti. Arkama baktığımda, polislerin koşarak araçlarına bindiğini gördüm. Sevgili şişko sürücümüzde dikiz aynasından görmüş olacaktı ki, gazı kökledi. Sanırım bu göt kadar alete, 3 kişinin kasksız olarak binmesi burada da yasaktı. Artık çukur mukur dinlemeden, bozuk yolda Allah ne verdiyse gazlıyordu stajyer Azrail. Mübarek cihaz da anlaşılmaz bir biçimde, adeta uçuyordu. Hafif bir yokuş iniyorduk ve aletin üzerinde üçümüzün ağırlığı toplamda 250 kiloyu geçiyordu. İvmelenme inanılmazdı. Yolda o kadar çok çukur ve tümsek vardı ki, genelde hep havadaydık. Her uçuşumuzda yere temasımızın nasıl bir felaket ile sonuçlanacağını düşünüyordum. Motorun donanımı, yükümüzü nasıl çekiyordu anlamıyordum. Cenazelerimizin, Türkiye’ye mi gönderileceği yoksa Küba’ya mı gömüleceğini düşündüğüm bir sırada, ani bir frenle durduk. Tam da kelime-i şahadet getirmek için boğuşuyordum hâlbuki. Sürücü İspanyolca bir şeyler söyleyip bizi motordan neredeyse attı ve attığı gibide gazlayıp yok oldu. Para bile isteyememişti adamcağız. 10 saniye sonra da, tepesinde mavi ışıklar dönen, yeşil bir şey önümüzden son sürat geçti. Polis aracı, sirenleri eşliğinde hızla geçerken dopler etkisine de canlı olarak şahit olmanın zevkine vardık.

Kahkahalarımızı bastıramıyorduk indiğimiz yerde. Gülme komasına girmiştik. Hıçkırıklar ve kapı gıcırtısını andıran sesler çıkararak, az önce başımızdan geçen şeyi, sanki tek başımıza yaşamışız gibi birbirimize anlatmaya çalışıyorduk. Ama gülmekten ciğerlerimize hava girmediği için, pek anlamlı sesler çıkmıyordu ağzımızdan. Çevrede olaya şahit olan insanlar da bizle beraber gülüyorlardı. Geceye harika başlamıştık.

Biraz sakinleştikten sonra, hedefsiz halde bilmediğimiz kasabada, eğlenmek için mekan aramaya başladık. Daha araştırmamıza başlamamızın üzerinden bir dakika geçmemişti ki, biraz önce bizim halimize şahit olan, Kübalı iki genç kız, arkamızdan yetişerek bizi durdurdu. Bize İspanyolca bir şeyler anlatmaya başladılar. Bizde gram İspanyolca yoktu ama ağızlarından çıkan her kelime o kadar şiirsel gelmişti ki bana, kızlara sarılmak istedim o an. İngilizce olarak, anlamadığımızı söylemeye çalıştık kızlara, üstüne de içmek için yer soruyorduk. Ortada el hareketleri ile desteklenen İspanyolca ve İngilizce kelimeler uçuşuyordu. İki tarafta tek kelime anlamıyordu tabi. O sırada arkadan gelen, İngilizce bilen arkadaşları sayesinde, aynı konu hakkında, ayrı dillerde konuştuğumuzu anladık. Biz içmek için yer soruyorduk, onlarda yanlış tarafa gittiğimizi, yöneldiğimiz tarafta bir şey bulamayacağımızı anlatmaya çalışıyorlardı. Dil problemi tercümanımız tarafından çözülünce hep beraber tarif ettikleri yere doğru yürümeye başladık.

Genişçe bir parkın etrafında, içki satan küçük küçük büfecikler vardı. Onlardan birinin, beton zeminli küçük bahçesinde, yere sabitlenmiş bir masanın çevresindeki sandalyelere oturduk. Bizi oraya getiren kızları ve sonradan iyi arkadaş olacağımız, tercümanımız Raul’u da masamıza davet ettik. Kızlardan biri siyahîydi. İsmini hatırlamıyorum, Zaten sonradan yanımızdan ayrıldı. İsmini hatırlamadığım, ilerleyen saatlerde 2.Kaptanla işi ilerletecek olan başka bir arkadaşları geldi yanımıza. Beraberce komik bir sohbete başladık. Ortak dilleri olmayan insanların, birbirleri ile anlaşmaya çalışmaları gerçekten çok eğlenceli oluyordu.

Benim yanımda oturan, beyaz tenli, düzgün hatlara sahip, orta boylu, ince bir kızdı. Dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülüyordu. Işıltılar saçan kapkara gözleri vardı. Gülümsemesini hiç eksik etmediği dudaklarında, çocukken geçirdiği bir kazadan miras kalan, küçük bir yara izi vardı. Üzerine, siyah bir straples ve küçücük, dar bir kot şort giymişti. Belli etmemeye çalışarak incelemeye çalışıyordum kızı. Gerçekten tam bir Latin güzeliydi Yaquelin.

Biz sohbeti ilerletirken Parkın kenarında bulunan sahnede hareketlilik başladı. Biz de küçük gurubumuzla beraber içkilerimizi alıp, parkta ki beton bankların birine yerleştik. Zaman geçtikçe popülaritemiz de artmaya başlamıştı. Küçük bir kasabaydı ve fazla yabancı uğramıyordu sanırım buraya. Bu yüzden çektiğimiz ilgi fazlaydı. Tabi bizde fazlasıyla cömerttik. Alkol çok ucuzdu. Bir şişe Havana Club yaklaşık 5 Amerikan dolarına geliyordu. Her merhaba diyenin eline bir bardak Rom ya da bira tutuşturuyorduk hemen. Şanımız yürüsün.

Müzik başladığında etrafımıza bir sürü insan toplanmıştı. Birçoğu ile sonradan arkadaş olduk. Herkesten, sürüyle meraklı sorular alıyorduk. Sıcak insanlardı, hareketlerinde en ufak bir düşmanlık ya da art niyet yoktu kimsenin. Gece, hayatım boyunca zevk aldığım zamanlar listesinde, hızla ilk 10’a doğru koşuyordu. Hoparlörlerden yükselen kan kaynatıcı Latin ezgileri eşliğinde dans eden insanlar, güzel kızlar ve Havana Club… Cennete düşmüş gibiydim. Yaquelin tüm gece boyunca yanımdaydı. Çok güzel anlaşıyorduk. Ki aynı dili konuştuğunuz kızlarla bile anlaşmak mümkün olmaz bazen.

Gece yarısı, bu güzellikleri bırakıp, Nuevitas için normal bir ulaşım aracı olan fayton ile gemiye geri döndük. Biraz uyuduktan sonra, saat 08.00’de kalkarak, işimizin başına geçtik. Liman işçileri coşmuş bir biçimde çalışıyorlardı. Paslı yükle ilgili bir sorun da yaşamadık. Sahildeki eski görünümlü, bakımsız vinçler, koca ruloları 4er, 5er alarak, sahilde bekleyen, eski tip kamyonlardan, kasalarını traktörlerin çektiği, çeşitli araçlara hızlı bir şekilde yüklüyorlardı. Ama Stewedor’un pis kehaneti, her ne kadar hızlı çalışsalar da, tutmayacak gibi gözüküyordu. Muhtemelen sabaha karşı kalkardık buradan. Bu bir gece daha, dışarı çıkabileceğimiz anlamına geliyordu.

Hava kararırken, vardiyamı gündüz dışarı çıkan 4üncü kaptana bırakıp, hazırlanmaya başladık. Liman kapısından çıktığımızda, Yaquelin’in bizim için yolladığı, motosikletli arkadaşları tarafından alınarak, dün geceki mekâna yollandık. Bu sefer sorunsuz bir yolculuk olmuştu.

Vardığımızda, Yaquelin ve arkadaşı bekliyordu bizi. İçkilerimizi alıp, yıldızlı bir gökyüzü altında, parktaki yerimizi aldık. Yeni insanlar da vardı çevremizde. Bu gece Latin şarkıları yükselmiyordu sahneden. Kendi müziğimizi yaratıyorduk, hep beraber İspanyolca, Türkçe şarkılar söyletmeye çalışıyorduk birbirimize, yorumlamaların komikliği karşısında da gülmekten kırılıyorduk. Her şeyden soyutlanmış bu dünyada, daha önce tatmadığım bir mutluluk içerisindeydim.

Ama güzel anlar çabuk biter. Saat 2de bütün personelin gemide olması gerekiyordu. Gitmeliydik. 2 günde kaynaştığımız bu sıcak insanlarla vedalaşmak çok zor gelmişti. Ayak sürüyerek gemimize döndük.


TANRININ İNAYETİ VE KUTSAL KAZA

2nci kaptanla, kafamız bi dünya, motordan indiğimiz yerden, liman kapısına doğru, düz bir şekilde yürümeye çalışıyorduk. Ortalık çok sessizdi. Çevrede hiçbir hareketlilik yoktu. Etrafta ne bir liman işçisi, ne de bir kamyon gözüküyordu. “Yük bitti mi lan” dedik ve pergelleri olabildiğince açtık. Ama yük bitseydi hemen bizi bulurlardı, başka bir gariplik vardı ortada. Sahil kreyni bir garip duruyordu. Biraz daha dikkat kesilince, kreynin kolunun, anlam veremediğimiz bir biçimde geminin üzerine doğru uzandığını gördük. Oha! Kreyn resmen geminin üzerindeydi. Koşarak gemiye çıktık.

Kreynin mantilya teli (*3) kopmuştu ve telin tutuğu kocaman kol da, geminin üzerine düşmüştü. Normalde büyük bir kaza olabilecekken inanılmaz bir şekilde, geminin hiçbir aksamına zarar bile vermeden olmuştu bu olay ve kimsenin canı da yanmamıştı. Sadece, iskele tarafta, kolun cundası, vurduğu yerde güverte saçını biraz göçertmişti. İçeri girip, vardiyadaki 4üncü kaptandan, olayın nasıl olduğu hakkında bilgileri aldık. Kimseye bir şey olmadığı için çok şanslıydık.

Sabah, bir liman yetkilisi geldi gemiye. Diğer sahil kreynleri çalışmadığı için, teli kopan kreynin kolunu geminin üzerinden kaldırmak için, başka bir şehirden, iki vinç ve tamir ekibi geleceğini ve bunların gelişinin de anca 2 gün sonra olabileceğinden bahsediyordu. Daha cümlesine nokta koymamıştı. Adamın sesi gittikçe uzaklaşmaya başladı. Kendimi birden, yukarı doğru yükselirken buldum. Yanımda da 2nci kaptan vardı. Gökyüzündeydik, yüzümüzdeki geniş gülümsemeyle birlikte, beyaz bulutların arasında uçuyorduk. Kendime geldiğimde adama sıkıca sarıldım. Babasın...

Resmen, düşünce gücümüzle, teli kopartmıştık. Bu “Kutsal kaza” sayesinde, Nuevitas’da muhteşem bir 4 gün daha geçirecektik.

Gündüzleri, 4üncü kaptanla beraber, alış-veriş bahanesiyle dışarı çıkıyordum. Her şey güzeldi fakat kumanyamız da bitmişti artık. Dışarıdan, en azından 1 çuval un ya da 200 adet ekmek satın almam gerekiyordu. Küba’da devlet, halka un, tuz, şeker, bakliyat gibi temel ihtiyaçları karne ile dağıttığından, bu gibi şeyleri her istediğinizde, marketten sağlayamıyordunuz. 2 saatlik bir aramadan sonra, hiçbir yerde bulamadım zaten aradıklarımı. Fırınlar 200 adet ekmek vermeyi ret ediyordu çünkü sayılı üretiyorlardı. Bize istediğimiz miktarı verirlerse, haftalık dengeleri bozulacaktı. Raul’u aradım. Ben Yaquelin ile parkta otururken, O ve 4üncü elinde unu olan birini arayıp buldu. Beraberce gittik. Adam sokağın köşesinde bekliyordu bizi. Sadece 2 kişinin una bakabileceğini söyledi. Raul’la beraber, gizlice, salaş bir evin bodrumuna girdik. Bir çuvalda 40 kilo kadar un vardı. Baktım, pis ya da böcekli değildi, aldık orada unu. Sonra başka bir adam bulundu, yine gizlice evine girip, unu kontrol ettim. Bu da 30 kilo kadardı ve sorunsuzdu ama durum garipti. Evlere görünmeden girip, görünmeden çıkmaya çalışıyorduk. Önce evden biz çıkıyorduk, unlar sonra tuttuğumuz at arabasına yükleniyordu gizlice. Yeraltından unu, kokain muamelesiyle alıyorduk.

Geceleri de, 2nci kaptanla dışarıdaydık. Her akşam, yemek sonrası liman çıkışında bizi bekleyen motorlara binip, merkeze iniyorduk. Yaquelin, motordan indiğimiz yerde beni bekliyordu hep. Havana Club’ları alıp parktaki yerimizi alıyorduk. Rom, Puro, Latin Müziği eşliğinde muhteşem vakitler geçiriyorduk. Evimdeydim sanki. Yaşıyordum burada. Nefes alabiliyordum. Hiçbir şeyi özlemiyordum. Ama buda bitecekti. Tuttuğum eller, yarın avucumun içinde olmayacaktı. Baktığım gözler karşımda olmayacaktı yarın. O son gece ayrılamıyorduk oradan. O motorlara binip gemiye yollanamıyorduk. İdamımızı, hiç gelmeyecekmiş gibi uzatmaya çalışıyorduk. Sarılacaklarımıza sarıldık, öpeceklerimizi öptük ve bindiğimiz motorların arkasında dudağımız düşük limana geri döndük.

8 Şubat 2010 pazartesi günü öğleden sonra Nuevitas tahliyesi bitti.

Denizciydik ve gitmeye alışıktık biz. Pervane dönüp, ardımızda köpüklü bir iz bırakarak ilerlediğimizde bırakırdık her şeyi ayrıldığımız yerde. Ama bu sefer çok dramatik olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Adamlarıma, halatları toplamalarında yardım etmemiştim ilk defa. Son halat da güverteye alındığında, küpeşteye yaslanıp bir sigara yaktım. Limanın dışında, her gece motorlara bindiğimiz yerde bizi uğurlamak için gelenlerin el salladığını görebiliyordum hala. Boğazıma bir şey düğümlenmişti. Son bir karşılık verdim. Kalbimden bir parçayı daha bir limana bırakıyordum. Böyle bir hayata ne dayanır ki?

*1) Gün içinde oluşan gel-git’lerde, suyun yüksek zamanı.

*2) Cayro okuruz. Yönleri kusursuza yakın gösteren, elektrik ile çalışan Pusula.

*3) Bom’u tutan bir tel.

2 yorum:

  1. o kopan tel kim bilir kaç kişinin hayatını değiştirmiştir? mesela Yaquelin hiç düşündün mü ona verdiğin umutları yapamayacağını bildiğin halde verdiğin vaatleri... Yaquelin demiyormudur şimdi; keşke kopmasaymış o tel.....

    YanıtlaSil
  2. iyiymiş... fakat bu sefer sanki devrik cümleler ve imla hataları var gibi... yazmaktan sıkılmıyorsun umarım...

    YanıtlaSil