HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

11 Mayıs 2012 Cuma

2. Buhran


İlk zamanlar Karada bıraktıklarım çok fazlaydı benim için ve döndüğümde yerinde bulamamaktan korkuyordum hep. Araya giren ayrılık uzundu. İlişkilerim de bu yüzden bitiyor ya da güzel şeyler yaşayabileceğim insanlar daha başlamadan ricat ediyorlardı. Sevdiğim insanları kaybediyordum deniz yüzünden. Sanırım yalnız ölecektim. Arkadaşlarım evleniyor, yakınlarım vefat ediyor ama ben ne iyi günlerinde mutluluklarına ortak olabiliyordum, ne de kötü günlerinde destek olabiliyordum. İşimden nefret ediyordum.  Bazen gemi o kadar dar geliyordu ki panikliyordum. Sağ, sol, yer, gök masmaviydi. Kaçacak hiçbir yer yoktu. Dünyanın herhangi bir yerinde denizleri yararak ilerleyen, demir yığını bir kütleye hapis edilmiştim sanki. Edmond Dante gibi hissediyordum kendimi. Hayat tarafından ihanete uğramıştım. Çevrede konuşacak, dertleşecek kimse yoktu. Yaşadığım sıkıntı ve çöküntüleri atlatmak çok zordu. Bunlar derin izler bıraktı tatbikî. Zamanın aşındırıcı etkisiyle olaylara tepkilerim değişti. Plan yapmamaya başladım. Kafamın içindeki raflarında, hayallerim geçen yıllarla beraber tozla kaplandı. Yalnızlığa alıştım, artık hayat tarzım olmuştu. Artık eski coşkumu da kaybetmiştim ilişkilerimde. Aileme, arkadaşlarıma, akrabalarıma gerekli ilgiyi gösteremiyordum. Sadece kendi çevremdeki hayatı yaşamaya başladım. Nehirde sürükleniyordum ve hiç çaba harcamıyordum kıyıya kürek çekmek için. İnsanlar alınmıştır belki, ya da yargılamışlardır beni kendilerince. Ama anlamalarını beklemiyorum. Her şeyin bir sebebi vardır. Ama insanlar hep kaşı tarafı yargılamaya bayılır. Kendi yaptıklarını ise göremezler. Ben kimseyi yargılamıyorum uzun süredir.
      Ben bunların içinde boğulmamak için çabalarken, her denize çıkışım insanlara tatile çıkıyormuşum hissi vermesi biraz ironik oluyordu. Nerelere gideceğim, neler yaptığım, gemide neler yediğimi merak ediyorlardı. Bazıları “Gemide hep balık mı yiyorsunuz” diyordu. Ya da, 6 ay deniz üzerinde, hiç durmadan gittiğimizi zannedenler vardı, amacımız neyse? Şehir Hatları vapurlarını kullanıp kullanamayacağımı soranlar ise gözdem oldular her zaman. İnsanlar sıkılıyorlardı kendi hayatlarından. Denize açılmak bir kurtuluş gibi geliyordu bazılarına. Orhan Veli’nin şiirindeki gibi... Özgürlüğe açılan en yakın kapıydı belki. Bir bilinmezlik, bir macera, alegori… Hepsi yaşanabilirdi o kapıdan adım atar atmaz. Yeni yerler görmek, keşfetmek, bilinmeyene ulaşmak her zaman kendine çekmişti zaten insan türünü. O yüzden Himalayalar’a, 8848 metreye tırmanırken dondu, Yeni Gine ormanlarında yamyamlara yem oldu, Horn Burnunun azgın dalgalarına direnirken, gemileri kayalıklarda parçalandı. Ama dönmeyenler yıldırmadı, başka biri her zaman bayrağı devraldı. Ben de her ne kadar HMS Endeaovur’ın güvertesinde keşif gezisine çıkmasam da zamanla onlara hak verdim. Monotonluk her yerde vardı ama karadaki monotonluktan kurtulmanın yolları çok azdı. Ben ise monotonluğa düştüğüm anda, hayat değiştirip, öteki tarafa kaçabiliyordum. Sıkıntılı bir işim evet vardı ama karada çalışanlar daha mı memnunlardı hayatlarından? Her gün aynı saatte kalkıp saatlerce şehir trafiğinde yol tepmek daha mı iyiydi? Gün boyu bir sürü insanın ağız kokusunu çekmek veya komplekslerinin altında ezilmek daha sinir bozucu olmaz mıydı? Her akşam eve ulaşmak için aynı yolu tepmek, trafiğin insafına göre eve varmak, hafta sonunu iple çekmek daha mı iyi gelirdi bana? Belki gelirdi. Bilinmez.  Artık denizi seviyorum.   

1 yorum: