HERKES ÖLÜR, AMA HERKES GERÇEKTEN YAŞAMAZ.
Victor Hugo

23 Aralık 2010 Perşembe

Bin Köpekbalığı

Kül rengi bir sabah… Kopkoyu boz kümülonimbus bulutları ufka doğru her yönü kaplıyor. Sıklıkla çakan şimşekler gökyüzünü yarıyor, parlamaları aydınlatıyor sabahı yaşayamadan kararan havayı. Ardından önce şiddetle patlayan, sonra uzayarak azalan bir gök gürültüsü her yanı dolduruyor. Ara sıra etrafa ani bir aydınlık vererek, gök yıkılıyormuşçasına düşen yıldırımlar, havayı daha da korkunç bir hale getiriyor. Her defasında irkiliyoruz. Bu sese alışmanın imkânı yok. Yağmur son iki saattir hız kesmeden aralıksız yağıyor. Böyle havalar içimi coşturur. Geniş bir pencerenin arkasındaki ılık siperimde, elimde sıcak bir fincan kakao ile bu görüntünün büyüsüne kapılmak daha keyifli olabilirdi. Ama cephedeyim. Sağanağın altında, kıç güvertede vahşi manzaranın bir parçasıyım. Üşüyorum. Üzerimdeki yağmurluk işlevini çoktan yitirdi, artık sadece içime giren suları süzme görevini görüyor. Altındaki kıyafetlerim de doyuma ulaştı, içime sızan suları sonuna kadar emdi, artık sular aşağılara doğru akıyor yavaş yavaş, hissediyorum. İliklerime kadar işledi yağmur. Ağırlığım her halde 20 kilo kadar arttı. Hareket etmek yormaya başladı. Telsizden çıt çıkmıyor hala. Sadece bindiren sağanağın sesi var etrafımızda. Baretime ve gemi saçına çarpan yağmurun sesi… Miğferdibi burçlarında düşmanı bekleyen Rohan’lı askerler geliyor aklıma. Yağmur damlalarının zırhlarına çarptığında çıkardığı sesler… Küçükken oturduğumuz evimizin altındaki marketin, çatısı saçtan yapılmış bir verandası vardı. Yağmurlu havalarda saça çarpan damlaların tıpırtıları ile uyumayı çok severdim. Yorganı üzerime çekip bir ormanda çadırın içinde olduğumu ya da dağ başında, terk edilmiş tahta bir kulübenin içine sığındığımı hayal ederek dalardım uykuya. Şimdiyse kaçacak yer de yok. Yağmur, rüzgârın üzerine binmiş, saçak altlarını tarıyor. Zaten bu saatten sonra kaçmaya gerek de yok.

— Aft station, Bridge… Single up.

Nihayet! Halatları tekle komutu bu. Uzun bekleyişimizin ardından duyuluyor Romen kaptanın sesi telsizimden. Geçtiğimiz Kasımın ortasında katıldı gemiye. Diğer Romen kaptanı değişti. İyi biri. Ama dikkat etmeli. Bir nevi Juggernout kendisi. Konuşmaya başladı mı ne zaman duracağı belli olmuyor. Köşeye kıstırdıysa saatlerce esir alabiliyor insanı. “ Second, Do you know ...?”… Hikâyelerine bu soru ile başlıyor ve bitirdiğinde artık ne soruyu hatırlıyorsunuz ne de anlattıklarını. Beynim daha ilkini yükleyemeden hafızaya, söylediği bir kelimeden diğerine sıçrıyor hikâyesi. Onaylamak için bile araya giremiyorsunuz. Sonra aniden kesip köprüüstünden ayrıldığında yüzümdeki sinirler istemsiz şekilde atmaya başlıyor. En kötüsü kaçacak yer de yok. Tek kurtuluş denize atlamak, o da yemiyor.

— Bridge, Aft station… Roger that Captain. Single up.

Telsizimi koruyamıyorum yağmurdan. Tuttuğum elimden aşağı şarıl şarıl sular akıyor. Umarım alet bozulmaz bu kadar ıslanmaya. Hemen komutu bağırarak tekrarlıyorum kıç postaya iki dilde. Benimle beraber 2 Türk gemicim ve 1 Jamaikalı kız stajyerim var… Yanaşırken 3 tane kıç halatı vermiştik, mayna ediyorlar hemen ikisini. Stajyerin kumanda ettiği ırgatta sıkışıyor halatın teki ama bakmıyor o yöne bizimkisi. Mayna etmeye devam ettiğinden halat ters yönde dolanıyor bu sefer ve gerilmeye başlıyor. Uyanmadı daha işe... Bağırarak uyarıyorum. Kendine geliyor. Kurtarıyorlar halatı. Şimdi iki halat da suda… Elinde koca bir şemsiye tutan zenci palamarın uyuşukça babaya doğru ilerlemesini bekliyoruz. “Beş” metre sonra olay yerine geldiğinde aradan neredeyse 1 dakika geçmiş… Aşağıdan şaşırmışçasına bir babaya, bir suratıma bakıyor. Neler olup bittiğine anlam veremeyen bir ifade var yüzünde. Pezevenk sanki orada şimdi doğdu... Bazen dayanamıyorum bu bölgenin palamarlarına. Bağırıyorum… El işaretleri ile destekli çıkart diyorum halatın kasalarını. Beynine elektrik gidiyor, yüzü parlıyor. Anladı neler döndüğünü. Cebelleşiyor kasayla. Doğruluyor. Halata boş koy diye işaret yapıyor. Elimle sertçe yüzümü sıvazlıyorum. “Halat zaten suda be adam, yılan gibi uzanıyor, daha ne kadar mayna edeyim?” Türkçe küfürlerle bağırıyorum tekrar. Sudaki halatı gösteriyorum. Görüyor. Memnunsuz eğiliyor. Utanmasa halatın kasasını kaldırmak için bizi çağıracak aşağıya. Uff Puf… biraz uğraşıdan sonra başarıyor. Bravo. Ötekiyle uğraşıyor şimdi. Bu arada telsizden son kalan kıç halatı da mola etmemizi istiyor Kaptan. Mayna ediyoruz hemen onu da. Bir tek “spring” halatı kaldı şimdi. Yandık... Kıç halatların takıldığı baba ile spring halatının takıldığı baba arasında nereden baksan 50 m var. Palamarın bu mesafeyi alması epeyi sürer. O hala diğer babanın başında bekliyor nedense. Hareketlenmesi için bağırarak diğer babayı işaret ediyorum. Durumu kavrıyor. Hareketleniyor o yöne. Herif Red Kit’in Mississipi Kumarbazı macerasındaki zenci liman işçileri gibi. Uyuşukluktan ölecek. Bağırıyorum tekrar acele et diye. Cebinde çıkarttığı eliyle sakin ol diyor. Hay bin köpekbalığı…

Spring halatını da güverteye aldığımız vakit, römorkör asılmaya başlıyor. Halatından çatırtılar geliyor. Gemi ağır ağır avara oluyor iskeleden. İyice açtıktan sonra pervane dönmeye başlıyor. Kıç taraftan köpüren beyaz sulara dalıyorum. Şehir hatları vapurları geliyor aklıma. Küçükken vapura bindiğimizde Babam hep geminin kıç tarafına götürürdü bizi. Oradan köpüren dümen suyunu izlemeye bayılırdım. Hava kararmışsa daha da hoşuma giderdi manzara. İstanbul… Karaköy’den halatlar çözülüp Kadıköy’e hareket ederken İstanbul’un ışıklarını seyretmek mest ederdi beni. Eski galata köprüsü, üstünden geçen arabaların farları, altında rengârenk ışıklar saçan restoranları, karşıdan karşıya geçen vapurlar, camilere vuran spot ışıkları… En sevdiğim ise ışıklı Kodak tabelasıydı. Galata kulesine yakın, oralarda tepedeki bir evin çatısındaydı. Önce K yanar, sonra O, sonra D, sonra A ve en son K… Bütün kırmızı harfler tamamlandığında iki kere yanıp söner sonra tekrar baştan başlardı. K… O… D… A… K… KODAK… KODAK… Artık o tabela yok yerinde. Bazen Karaköy’den vapura binince hala gözlerim arar.

— Release Tug…

“Roger Roger”…

Römorkörün halatını mola ettik bu komutla. Canım sigara içmek istiyor. Rüzgâr altına geçip paketi çıkartıyorum cebimden. Paketin içindekiler tütün çorbası olmuş. Zavallı sigaralar… Biraz ötedeki tenekeye fırlatıyorum paketi. Basket… Deliksiz giriyor, hayret. Gemici ile stajyer halatları roda ediyorlar. Kıyamam… Ucundan tutuyorum biraz. Bitiriyoruz. Kıç taraf neta… Stajyeri köprüüstüne yolluyorum. Pilotu o indirecek aşağı. Gemiciyi de pilot çarmıhını hazırlamaya yardım etmesi için gönderiyorum sancak tarafa. Usta gemiciyi ise springi güverteye alır almaz yollamıştım dümen tutması için köprüüstüne. Yalnız kalıyorum bir anda kıç tarafta. Hiç olmazsa bir sigara kalaydı kuru…

Bir manevra daha bitti. Bu geldiğimden beri çıktığım 86ncı manevra. 2 buçuk ayda yanaşma ve kalkış dahil tam 86 manevra. Yuh… Kuru yük gemilerindeki günlerimi hatırlıyorum da… 6 ayda toplam 12 manevra ya yapardık ya yapmazdık. Ortalama ayda 1 limana uğrardık. Seyirler uzun sürerdi. Bir sürü boş zamanım olurdu. Dinlenmek için bir sürü zaman… Limanlarda da kalış süremiz bazen bir haftayı bulurdu. Gerçi artık o gemilerde bile limanda kalış süreleri kısaldı. 50.000 tonluk gemiyi çabucak postalıyorlar artık. Ama bazı limanlarda 4 saat kaldığımız düşünülürse 2 gün bile uzun geliyor artık bana.

İlerimize gürültüyle bir yıldırım daha düştü. Dışarıda da deniz coşmuş, kızılca kıyamet kopuyor yine. Dalgakıranda büyük bir güçle patlayan dalgaların beyaz köpükleri metrelerce yukarı sıçrıyor ve sular dalgakıranın üzerinden aşıp iç limana giriyor. Kayaları yerinden sökmek istiyor gibiler. Zeus, Poseidon, Aeolus herkes burada. Tanrılar şakalaşıyorlar mı yoksa savaşıyorlar mı bilmiyorum ama güçlerini birbirine gösterirken sahnede olan yine bize olacak.

Hay bin köpekbalığı

2 yorum:

  1. Bu akşam Karaköy'den vapurla döndük Ebru'yla. Hem de kıç tarafta aşağıda, pervanenin üzerinde. Deniz kalemine yarıyor.

    YanıtlaSil
  2. o vapur gezilerini ben de çok severdim, çıkan köpükler için denizciler çamaşırlarını yıkıyor derdim hep.
    hay bin köpekbalığı aslında hay bin kunduz değilmiydi bu arada? :)

    YanıtlaSil